Tarık Dursun K’yı Hatırlamak...

Besbelli yaz günüydü ama kaç sene önce, ne zamandı, anımsamıyorum, yalnızdım herhalde, edebiyat bir yalnızlık oluyor zaten gitgide: Ağaçlar Ayakta Ölür diye bir kitap vardı elimde. Çantamdan çıkarıyorum, uçakta bir parça okumuşum. İlk kez okumuşum üstelik. Ne büyük kayıp, neler kaçırmışım diyerek, hayıflanarak. Okunacak ne çok iyi hikâye, kitap, roman, şiir var. Nasıl yetişecek diye bunlara diye telaş ederek. Yaşamak değil, diyordu Orhan Veli, beni bu telaş öldürecek.

Uçaktan iniyorum. Sonra tren. Alsancak Garı’na devriliyorum, Bela Çiçeği şiirindeki gibi Kaptan’ın... Kaptan demek biraz İzmir’dir değil mi! Ne zamandı tüm bunlar... Neden İzmir’deydim, fuar, söyleşi, imza mı vardı, öylesine mi? Ne kadar özledim, bir yıl oldu eve kapanalı. Bazen rüyamda eskiden kaldığım otellerin pencerelerini görüyorum bu aralar, bazen bir uçak alçalarak memleketimin sevdiğim şehirlerinden birine iniyor. Antep olur, Ankara olur (Bahir abi aranacak muhakkak), ne bileyim Konya’ya inersek üniversitedeki genç arkadaşları arayacağız, arabayla Amik Ovası’nın oralar... Özlüyor insan.

Ama o gün İzmir’de, gerçekten hatırlamıyorum. Trenden iniyorum. Ağaçlar Ayakta Ölür’ün yirmi sayfası daha bitmiş. İstasyonun karşı sokağında bir fırın var, dış cephesi lacivert kaplı, camları büyük, geniş, yanında birahaneler olacak, o fırından kumru alıyorum. Kaç yaz önce. Uçup gitmiş perileri, sesleri. Kısacıktı kitap. Çarpmıştı. İyi kitaplar çarpar böyle. Alsancak’ı dikine ilerle, sıcak midye satanların oradan in, Kıbrıs Şehitleri’nin oralarda ara sokaklar, orada kıyıda köşede bir sahaf, sarı duvarlı bir sokaktı. Ahmet Büke bilir belki orayı. Tarık Dursun ne de olsa İzmir’i ona bıraktı. Ömrüm Ömrüm ile karşılaşıyorum... Önce isimlerine vuruldum kitaplarının, sonra da Egeli Sait Faik tavrına, ikinci kaptandır Tarık Dursun. Hangi kitabını alırsam alayım önce içindekiler bölümüne bakarım. Hikâyelerinin adları bir şiiri getirir.

Sonra Hasangiller, Adam Yayınları seksenlerde tekrar basmış. Kapakta, kasaplarda etlerin dizildiği kancalardan var, kancaların birinin ucunda bir kalp. Erkal Yavi çizmiş. Kasap Hasan hapisten çıkıp yedi yıl sonra kasabaya döner. Annesi bir gün önce ölmüştür. Sevdiği kızı, Yüksel’i çok özlemiştir. En yakın arkadaşı Amerikalı, kızın evlendiğini söyler. Hasan ile Yüksel bir yaz gecesi buluşup konuşur:

“Çok iyi kadındı annen”

“Evet öyleydi”

“Ölümün önünde durulmuyor ki...” dedi

Aşkın da” dedim içimden. “Hiçbir şeyin önünde durulmuyor zaten. İnsan kolaycacık yeniliveriyor. Bu bok dünyada bir türlü yendiği yok...

1969’da, sessiz sedasız: Kopuk Takımı (Cem Yayınları). Hasangiller’deki Hasan, bu kez İstanbul’a atmıştır kapağı. Tavsamış bir düzende bulurlar kendilerini. Gençlik bitmektedir. Orada başka bir kadın: Ayfer. Olmamış ilişkilerin yazarıdır Tarık Dursun. Romanın sonuna doğru Ayfer ile Hasan’ın ayrıldığı sahneyi okurken hayatın bağışlanmaya nasıl da ihtiyacı olduğunu düşünmüştüm: “İki eliyle topladı saçlarını...Yürüdü. Asfaltı geçti, köşeyi döndü, yokuşu ince ince inmeye başladı. Ardından öyle baktım. Kıpırdamadım hiç. Canım korkunç cigara içmek istiyordu. İçsem içerdim. Benim için çocuk oyuncağı bir şeydi. Ama içmedim. Hiç içmedim.

Türk edebiyatında İzmir’i yazan yazarlar konulu bir araştırma yapılsa en üst sıraya koymak gerek Tarık Dursun’u. Bir İzmir şiiri olan İmbatla Dol Kalbim’e, Moda’da, bir kış günü rastlamıştım. Bir kafede oturup kapağındaki sardunyayı okşayarak okumuştum. Sevdiğiniz yazarın daha önce hiç görmediğiniz bir kitabına rastlamak müthiş şeydir. O gün, Kadıköy’e inen hangi sokağa sapsam Karşıyaka’ya çıkacaktım...

Oktay Akbal’ın harika önsözüyle yayınlanmış, Türkçe hikâyenin en incelikli kitaplarından Bahriyeli Çocuk peki? Edebiyatı, yaşamın yakasına çiçek gibi iliştiren hikâyeler: Anneciğini Hatırladıkça Bak, Ninemin İki Kumrusu, Sahi Perihan Var mıydı?

İşte bir öyküsünden, şiir gibi bir cümle: “Çok iyi biliyorum; elçiliğin büyük dua odasının pencerelerine asker gibi dizili saksılarda, bizim evi sürekli sürekli gözleyen küpe çiçekleri de onu unutmamışlardır.

Birkaç yıl önce Orhan Kemal müzesini gezip dinlenmek için müzenin kafeteryasına inmiştim. Köşede, Orhan Kemal’e imzalı kitaplar. Onca sayfa arasında, nice imzalar içinde bir de Tarık Dursun’a rastlamıştım. Orhan Kemal’e, “en büyüğümüz, babamız Orhan Kemal’e” diye imzalamış Vezir Düşü’nü. Sene 1957.

Orhan Kemal’in hikâyelerinin tadını bilen bilir. Kısacık, çivi gibi. Hikâyeciliğimizin en özel kalabalığı. Yoksulluğun bu denli incelikli anlatıldığı bunca özlü yazılmış az eser vardır. Anlatılması zor konudur çünkü yoksulluk. Tarık Dursun, kitabı imzalayışından da anlaşılır, Orhan Kemal’i kendine usta seçmiştir. Duvardelen İncir Çiçeği adlı hikâyesinden alıntılayacağım şu satırlar bunun en güzel örneğidir zaten, Tarık Dursun K. biraz da çiçeklerin adamıdır: “Karım, nedenini yalnızca haftada bir gittiği mahalle kasabının bildiği (sözde) bir alçakgönüllükle sırasını hep başka kadınlara (süslü, kolonya değil pahalı parfüm kokan, gerçek deri çizmeli, kiminin manto yakaları gerçek kürkten, saçları her zaman berberden yeni çıkma, kiminin de yanlarında yerden bitme sevimsiz köpekleri ile başka kadınlara) verir, kendini en sona bırakırdı. Bilmiyordum. (Biliyordun.) Sırasını en sonraya ve iki yüz elli gram

kıymaya bırakırdı.

Tarık Dursun aramızda değil artık. 2015 yazında çekip gitti dünyadan, yeter dedi. Bunca büyük yazarın kol gezdiği edebiyat dünyamızda, küpeçiçeği gibi kitapları, bugün de okunmayı bekliyor... Seni unutmadık usta!