Taylan Sorgun'un Aydınlık'taki mesaisi

Aydınlık Gazetesi'ne 2016’nın Ağustos sonunda geldim. Taze gazeteciyim, mesleğin esaslarını öğrenmeye çalışıyorum. Ya eylül sonu ya ekim başıydı. Genel Yayın Yönetmenimiz yanına çağırdı. Yanında deri ceketli, keskin bakışlı biri, önünde dosyalar. Oturuyorlar. İlker Yücel, takdim ediyor: Taylan Sorgun. Taylan Hoca’yı biraz anlatıyor, beni ona tanıtıyor, görevi söylüyor. Her hafta yazı yazacak, bir sayfa onun, sayfanın sorumlusu benim.

BELGECİ, TİTİZ ÖZENLİ, AYRINTICI

Taylan Sorgun için vakit kaybetmek yok. Dosyaları alıyor, haber merkezine geçiyoruz. Hemen açıyor. Bir tomar daktilo yazısı, fotoğraflar çıkıyor… Konumuz 31 Mart Ayaklanması.  Hepsi tarihî belge, fotoğraf.

Gösteriyor, “Bunu gördün mü?”

Yanıtlıyorum, “Hayır Hocam.”

Devam ediyor, “Çünkü bu fotoğraf bir tek bende var, (…)’dan aldım.”

Elindeki kâğıttan yazısını hararetle okuyor. Ben yazmaya devam ediyorum. Nokta, virgül, iki nokta, satır başı, arabaşlık… Tek tek uyarıp söylüyor. Ara ara durdurup “Nasıl gidiyor sence?” diye soruyor. Fikirlerimi söylüyorum, bazı öneriler yapıyorum. Hemen önemsiyor, “Dediğin gibi yapalım.” diyor. Düzeltiyoruz…

Yazıyı bitiriyoruz. Çıktı istiyor. Götürüyorum. Gözlüklerini takıyor. Tashihleri yapıyor, kalın karakter yapılması gereken yerleri çiziyor. Düzeltiyorum. Tekrar üstünde geçiyoruz. Fotoğrafları seçiyoruz.

- “Sen bir de renkli Mustafa Kemal seçersin. Onu sana bırakıyorum.”

Yazısında Mustafa Kemal fotoğrafı olmazsa olmaz… Fotoğraf altları özenle yazılıyor. Dipnotlar, kutular. Üzerinden defalarca geçiliyor. Hatta hoca, aklındaki sayfa düzenlemesini çizip tarif ediyor. Bazen ben öneri yapıyorum. Hiçbir zaman “ben bilirim” havası yok. Fikre çok önem veriyor. Hatta bir şey dememi beklemeden, “Söyle bakalım yazıyı nasıl buldun?” diyor. Yine fikirlerimi aktarıyorum. Ortak yol buluyoruz. Ve anlatmaya başlıyor, hepsi bir meslek dersi:

- “Yahu Nadir, biz meslek büyüklerimizden böyle gördük. Koskoca Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay, Bedii Faik gelir; ‘Çocuklar yazıma bir de siz göz atın’ der, tek tek ‘Nasıl buldun, öneriniz var mı’ diye sorardı. Düzeltiler yapardı. Bu meslekte mutlaka fikir alacaksın.”

İşte o; Bâb-ı âli gazeteciliğinin ayrıntıcı, titiz, özenli, kibirden uzak, alçakgönüllü, bilgilendirici, olgulara sadık son temsilcilerindendi. Hemen hemen her yazısında meslek ustalarına saygı duyan cümleler eklemeyi ihmal etmezdi.

YEDİĞİM EN GÜZEL ÇİLEK REÇELİ

Yazıyı yazar, sayfayı tasarlardık. Ama onun için bitmemiştir. Mesaimiz akşam telefonda devam eder. “Şunu yazdık değil mi?”, “O fotoğrafı unutmadık değil mi?” Sıkı sıkıya kontrol ederiz. Tekrar tekrar sorar, “Sence nasıl oldu yazı, içine sindi mi?”

Ertesi gün baskıyı hemen alır. Beğendiyse de beğenmediyse de saklamaz. Hemen paylaşır. Okurundan telefon aldı mı hemen beni arar. Onu da paylaşır. Mutluluğunu da mutsuzluğunu da anlatır. Bazen ufak sitemler eder. Bazen kıvılcım gibi parlar: “Böyle olursa bir daha yazı göndermem!” Sonra ya biz gönlünü alırız ya da kızgınlığı geçince ortak bir konu belirleriz. Yazmaya devam…

Paylaşımcılığı yalnızca bilgi, birikimle sınırlı değildi. Hiç unutmam. Daha birkaç hafta beraber çalışmıştık. O sıra Ankara’dan İstanbul’a geldiğim için ev bulma ve yerleşme sorunlarımız vardı. Bir yer tutmuştuk. Onun telaşını yaşarken bir gün gazetede beni çağırdı, köşeye çekti. Bir poşet elime tutuşturdu. Şimdi sizin telaşınız vardır, aç kalmayın dedi. “Kimseye söyleme!” diye de uyardı. Teşekkür ettim, poşete baktım. Zeytin, peynir, çilek reçeli, birkaç kahvaltılık. Düşünceliydi, paylaşımcıydı ama kimse bilsin istemezdi. Bir elinin verdiğini diğeri bilmezdi. O kahvaltılıklar o zaman o kadar iyi gelmişti ki, tadı şimdi bile damağımda.

VİRÜS MİRÜS DİNLEMEZDİ

Taylan Hoca için disiplin her şeydi. Evi Suadiye’deydi. Sabah erkenden kalkar, vapurla Avrupa yakasına geçer, oradan Tünel’le İstiklâl Caddesi’ndeki gazete binasına gelirdi. Uzak mesafeden gelmesine rağmen, genellikle hepimizden önce gazetede olurdu. Sabah toplantılarına, bazen de manşet toplantılarına kalırdı. Yere sağlam basardı. Ayak sesleri koridorda yankılanırdı. Haber merkezine, “ra bıyıklı felah-ı vatan zabiti” geliyor sanırdınız.

İttihatçılara yaraşır fevri bir yanı da vardı. Özel haberlerde heyecanlanırdı. “Hah işte bulduk manşeti”, “Tamam ya attın işte manşeti” diye masadan ayağa kalkışını veya o masaya yumruğunu vuruşunu çok kez görmüşümdür.

Kızdığı şeyler de olurdu. Özellikle gazetecilikteki bozulmayı, çanak soruları, yandaşlığı, holdingleşmeyi, rantı acımasızca eleştirirdi. En çok kızdığı şeylerden biri haber merkezinde sigara içilmez kuralımızdı. Bâb-ı Âli’de duman altında çalışmaya alışmışlar tabiî. Arada parlar, “Sigara içilmeyen haber merkezi mi olur ulan!” diye serzenişte bulunurdu. Ama kurala uyardı. Asla ihmal ettiğini görmedim.

Genç arkadaşların başarılarını takdir etmeyi çok önemserdi. Bizi dinlemediği konular da olurdu. Özellikle küresel salgından sonra gazeteye gelip gitmeyi sürdürüyordu. Uyarırdık, “Aman hocam salgın var, siz gelmeyin biz yazınızı sizden alırız…” Çıkışırdı, “Virüsten ne olur” diye. Bilim düşmanlığından değildi, gazetecilik disiplinindendi. Tabiî serde İttihatçılık olunca, virüsmüş, ölümmüş, vız gelir tırs giderdi! O binaya mutlaka gelinecekti! O kadar! Sonra durumun ciddiyetini anlattık, hak verdi. Onu da üzmeyecek bir formül bulduk. Muhabirimiz Gökhan Büyük’ü görevlendirdik. Bu kez telefonda yazılarını Gökhan’a okuyor, Gökhan bilgisayara geçiyordu. Dört saat telefonda yazı yazdıklarını biliyorum. O kadar titizdi.

'BAB-I ÂLİ'NİN ÜÇ DELİSİ'

Taylan Hoca ile yazı yazmak saatler sürerdi. Yavaşlıktan değil. Derya gibi bir meslek birikimi vardı. Merak ettiklerimizi sorardık. Tarihi olayları, dönemeçleri... Hiç anlatmamazlık etmezdi. O da bana kalsın demedi. Hatta fotoğraflar getirirdi. Anı anlatmayı bile belgeye dayandırırdı. Neler yoktu ki…

Fahrettin Altay

Bir fotoğraf, Yassıada duruşmaları. Bir başka fotoğraf çıkıyor dosyadan, Kıbrıs Barış Harekâtı (Cüneyt Arcayürek’le birlikte Kıbrıs’a giden ilk gazetecilerdendi). Gazetecilere nasıl haber atlattığını bir başka kare ile anlatıyor, İsmet İnönü’yü ada vapurunda yakalaması. Tercüman Gazetesi’nde yaptığı açıkoturumlar, iş adamları, siyasilerle anılar. Arada kızıyor, kallavî bir küfür… Kaleme aldığı Fahrettin Altay Paşa’nın anlattıkları, Paşa’nın imzalı belgeleri… Kut’ül Amare Kahramanı Halil Paşa’nın hatıratı, İttihatçı önderlerle sohbetleri… Yeni bir fotoğraf çıkıyor, Süleyman Demirel, 12 Eylül’den bir önce gece Güniz Sokak’ta beraberler…

Halil Kut Paşa

Yanındayken adeta zaman makinesi içinde gibi olurdunuz. Zaman makinesini icat eden biri varsa, o da Taylan Sorgun’dur. Tarihte yolculuğa çıkarken o sohbet mutlaka güncele bağlanırdı. Bir gün bir fotoğrafını getirmişti. Yanında iki gazeteci arkadaşıyla ellerinde silahlar, Bâb-ı Âli önlerindeler… Böbürlenerek ve gülerek anlatmıştı, “Bize Bab-ı Âli’nin üç delisi derlerdi… Ne günlerdi…”

GAZETECİLİKTE TARİHE GEÇTİ

Sorgun tam bir İttihatçı ki zaten babası da Tıbbiyeliymiş. O çevrede yetişmiş. Attila İlhan'ın "Kim Kaldı" şiirinde geçen "Kim kaldı ittihat ve terakkiden" kısmındaki soruya yanıt olarak verilebilecek kişiliklerden biriydi Taylan Sorgun. Son anına kadar dinç, savaşçı, zihni berrak, vatan sevdalısı... Yaşarken tarih yazdı ama en önemlisi yaşarken gazetecilikte tarih oldu. Böyle biriyle çalışmak, ondan bir şeyler öğrenmek ve en önemlisi "Meslektaşım" diyerek imzaladığı kitapları gazetecilikte aldığımız büyük hediyeler ve korunacak değerlerdir.

Geleceğe kalacak en büyük zenginliğimiz Taylan Sorgun’un kitapları, birlikte geçen zamanlar ve onunla gönüldaş olmaktır.

Onu Attilâ İlhan’ın Kim Kaldı şiiriyle uğurluyoruz:

silah atılmıyor

güvercin şakırtısıdır

şafakta yaldızlanan

şadırvanda su

ıhlamurlarda ezan

görkemli bir namaz uğultusu

heyhat

hamzabey cami-i şerif'inden kim kaldı

kim kaldı eski selanik'ten

laternalar sustu

sürahiler tenha

tek kibrit çakılmıyor

kim kaldı ittihat ve terakki'den

o jöntürkler ki - 'hariçten

evrak-ı muzırra celbederlerdi' -

o fedailer ki barut öksürürler

sakal tıraşları mavi

kırmızı bıyıkları biber

kim kaldı

müdafaa-i hukuk cemiyeti'nden

avcı ceketi

körüklu çizme

astragan kalpak

bazen 'ittihatçı'

hafif 'iştirakiyun'

öfkeli kaşları salkım saçak

kumral bıyıkları mahzun

hani felaket tütün içerler

ceplerinde idam fermanları

bellerinde Söğüt yaprağı bıçak

ya millet meclisi'nde meb'us

ya kuva-yi seyyarede asker

kadehlerde rakı

nazlı beyaz

vaniköy korusunun 'teşrinler'deki sisi

gramofonda incesaz

meyhane musikisi

o şenliklerden heyhat kim kaldı

ezeli dalgınlığımızın ıslığıdır

 ney

keman yanlış anlaşılmasından tedirgin

utlar vahim sorular soruyor

öldü nazım samilof sarı mustafa

yıkılmış strasnoy ploscat'ın saat kulesi

eski bolşeviklerden kim kaldı

SON NEFESİNE KADAR ÜRETTİ

Taylan Sorgun’un aklında hep çalışma, üretme, yazı yazma vardı. Son nefesine kadar. Daktiloya alışmıştı. Bilgisayarı da denemiş. Bir keresinde bana anlatmıştı: Ergenekon kumpası sürecinde sahte belgeler bilgisayarlar üzerinden üretilince yolu tekrar daktiloya dönmekte bulmuş. Öyle de sürdürdü. Bir keresinde daktilosu bozulmuştu. Genel Müdürü’müz Osman Erbil’i aramış sıkıntısını anlatmış. Artık daktilo parçası bulmak zor. Ama görev telakki edildi, bir arkadaşımız görevlendirildi, sokak sokak gezildi, o parça bulundu. Daktilo tamire verildi, işi halledildi. Yazılarını tekrar yazmaya başladığı için mutluydu. Onu hayata bağlayan buydu. Yazı yazmak.

FIRTINALI YILLARIN GÖZÜ PEK GAZETECİSİ

Sorgun, 1938’de doğdu. 1957’de gazeteciliğe başladı. Cumhuriyetin bir yüzyılına tanıklık etti. Aynı zamanda belgeledi. Büyük ve önemli isimlerle görüştü, röportajlar yaptı, belgesel kitaplar yayımladı. Hayatı boyunca İttihat Terakki, Atatürk, Kurtuluş Savaşı üzerine çalıştı, onlarca kitap yazdı. Kitaplarını her basım öncesi gözden geçirirdi. Kitaplarında hiç bilinmeyen isimler bulurdunuz: Rumelili Deli Ömer, Yüzbaşı Şadi Bey, Balıkçı Salih Reis… Hele İttihatçı yeminini ondan dinleyeceksiniz. Ulusal Kanal’da videosu var. Sorgun, imparatorluğun son yüzyılını, tanıklarla Cumhuriyet’e taşıdı. Fırtınalı dönemlerde önemli haberlere imza attı. Hatta kendisi fırtına gibi yaşadı.