Tayyip Erdoğan ve çok kültürlülük
Kültür Şurası’nda konuşma yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dikkat çeken bir cümle kullandı: “İstanbul sokaklarında yürüyen bir kişinin kıyafetinden, ayakkabısından, çantasından hangi kültüre mensup olduğunu çıkaramıyorsak, durum vahimdir.”
Cumhurbaşkanının konuşmasının tamamı internet sitelerinde mevcut. İnceleyenler şunu görecektir: Tayyip Erdoğan’ın bütün konuşması, yukarıya aldığımız cümlesinin önsözüdür. Tayyip Erdoğan, dünyanın tekdüzeleştiği (kasıt tektipleşmedir) yönünde neoliberalizmin bayatlamış tezini tekrar ettikten sonra, çok kültürlülüğün savunusunu yapmıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı konuşmada uluslaşmayla didişiyor. Bir kültürün kıyafet üzerinden anlaşıldığı çağı insanlık geride bıraktı. Kuşkusuz Erdoğan’ın sözleri geleneksel toplumları inceleyen bir tarih kitabı açısından değerli görülebilir ancak bu sözler, ulus devletler açısından müzede sergilenen bir yapıttan farksızdır.
Modernizim öncesi toplumlarda, toplulukların yaşam biçimini düzenleyen katı kurallar vardı. Kim, hangi topluluğun parçasıysa, o topluluğu yansıtan simgeleri taşırdı. Bu durum farklılaşmanın topluluklar düzleminde gerçekleşmesinin doğal sonucuydu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan halklardan, sözgelimi kimin Ermeni ve kimin Arap olduğu giyiminden anlaşılabilirdi. Cumhuriyet ise bunu değiştirdi. İnsanları ulusta eşitlediği gibi, giyimde de eşitledi.
Bu eşitlenme ortak yaşam alanlarında hiyerarşik ayrışmaların önünü de tıkamıştır. Erdoğan’ın böyle bir tartışma açması, kamusal alanda kültürler arasında hiyerarşik ayrışmalar doğmasına da gönderme yapmaktadır. Oysa uluslaşma, kamusal alanın hangi kurumsal düzenlemeler çerçevesine alınacağını netleştirdi. Kamusal alanın çok kültürlülük, çoğulculuk gibi kavramlar etrafında yeniden düzenlenmesini önermek, İngiliz Devrimi’nden bu güne dünyanın gerçeğini tersine çevirmek demektir ki, bunun mümkün olmadığı açıktır. Onun için Erdoğan’ın sözleri ancak gelenekçi toplumlara duyulan bir “özlem” olarak kalacaktır.
Erdoğan’ın kültür üzerinden sınıflandırmanın yapıldığı mekanı sokaklar olarak seçmesi, ister istemez kamusal alanın, yani insanların sosyal yaşamlarını yansıtan, kamuya açık mekanların düzenlenmesi tartışmasına getirdi bizi. Kamusal alan kamuya aittir ve özel alanın kapsamasına girmez. Yani insanların birbiriyle iletişime girdiği, tartıştığı alanlardır.
Kamusal alanı kültürler üzerinden örmek, kültürler üzerinden sınıflandırmak iki sonuca yol açar. Birincisi, birbirini tanımayan kültürlerin çatışmasını doğurur. İkincisi ise, kültürlerin hakimiyet kavgasını doğurur. Örneğin, Ortaçağ Avrupasında katı Hıristiyan kültürü, kamusal alana dahil diğer bütün kültürleri ezmiştir.
Uluslaşma devrimleri ise kamusal alana eşitlik ve dolayısıyla özgürlük getirmiştir. Bu özgürlük, çok kültürlülüğü kutsamak anlamında değildir. Yapılan, bir ulus kültürü yaratmaktır. Ulus şemsiyesi altında bütün yurttaşlar eşitlenmiştir. Topluluk kültürleri ise bu şemsiye altında, geleceğe yaptıkları katkı oranında anlamlı hale gelmiştir. Cumhuriyetle birlikte hiç kimse kıyafeti üzerinden sınıflanmamıştır; kimse kimseye sarık takıyor diye saygı duymamıştır; kimse kimsenin önünde cübbe giyiyor diye eğilmemiştir. Çünkü gelenekçi toplumun giyim üzerinden biçimlendirdiği kamusal alandaki ayrışma tasfiye edilmiştir. Bu bağlamda cumhuriyetin Kıyafet Devrimi’ni eleştirenler, aslında, kendi köktenci kültürlerinin kamusal alanda hakim olamamasını eleştirmektedir.
Emperyalizm, 1980 sonrasında küreselleşme programıyla birlikte, kamusal alana çok kültürlülüğün hakim olmasını dayattı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, ABD’nin tek güç olma yolundaki stratejisi, “ulusal devletlerin sona erdiği” teorisini pazarladı. Ulusal devlete ve ulusalcılığa düşmanlık küreselleşme programının bir olgusu olarak ulusal devletlerde uygulandı ve ulus kültürü yerine çok kültürlülük pazarlandı.
Ancak gelinen noktada “ulus devletler sona erdi” tezi sona ererken, “ulus devlet” gerçeği kendisini tekrar kabul ettirdi. Bugün, geleceğin bütün denklemlerini bu gerçek belirlemektedir. Bu gerçeği dikkate almayan bütün sözler, “boş fıçının çok langırdaması” gibidir.