Toplum kendi vicdanını aklamalı
“11 Eylül 2001” yalnızca Amerika’nın miladı olmamıştır, küresel dünyanın gidişatını değiştirmiş; Amerikan hegemonyasının “av sahası”ndaki ülkelerin de tarihsel dönüşümlerini tetiklemiştir.
Türkiye’nin bu dönencede olmasını “soğuk savaş” politikalarıyla açıklamanın çok ötesinde bir yerdeyiz artık.
Ülke siyasetine yön veren “küresel akıl” bu sürecin biçimleyicisi olduğu kadar “kontrol” eden gücüydü de.
Ülkeyi 2000’lere taşıyan “12 Eylül 1980” askeri darbesinin neden/niçin yapıldığının anlamı da bu süreçte iyice ortaya çıktığını söylemeliyiz.
Siyasetin bu dönemeçteki inşa sürecinde ülkenin ekonomik toplumsal sorunlarıyla birlikte, belirlenen siyasi stratejilerle yeniden biçimlendirilmesinde adeta “görev” verilen “İslâmi ideoloji” ve yandaşı olan “Türk-İslâm sentezi” anlayışı bu yapılanmanın en temel noktalarını adeta inşa etti. Eğitim, hukuk sistemi, dış politika ve ülkenin ekonomik yapılanması (ki bunun içinde tarımsal politikalar, verimliliğin düşürülüp üretimin suni göstergelerle sunulması, vb.)
Tümüyle bu görünüm altında gene göstermelik “sosyal politika” söylemleriyle mesleksizleştirilen bir toplumu çalışmamaya üretmemeye itme. Dolayısıyla nüfusun önemli bir bölümünü ekonomik anlamda da bu politikalara güdümlü kılma.
Düşünmeyen, sorgulamayan, adeta “biat eden” bir güruhla ülkeye yönetmek… Dahası bunu da “sandık” / “seçim” yalanlarıyla bezeyerek “güç”e dönüştürmek.
Yaşanan siyasal yozlaşma, toplumsal çürüme karşısında adeta üç maymunu oynayan toplumda, birinin çıkıp da “kral çıplak” demesini bekleyişine de şaşmamak gerekir.
Şu da göz ardı edilmemeli ki; bu tür bağımlı toplumların siyasal yönetim biçimlerindeki güdümlülük; kitlelerin dipdalgasına set vurabilmek için her türlü karşı propagandayı da gündelik hayatın her alanına yaymaktadır. Bunu inanç biçiminden tüketim anlayışına, ahlaki değerlerinden ötekileştirme politikalarına kadar görmekteyiz,
Öyle ki; “savaş” bile bu bakışın bir söylem malzemesine dönüştürülmüştür.
Var oluşunun meşruluğunu şiddete, teröre, ötekileştirme siyasetine bağlayan bir anlayışın egemen dili; bir tür ABD’nin dünyanın hegemonyası olma siyasetinin de dilidir.
William Blum, bunu şöyle tanımlamaktadır:
“Washington’un dünyaya egemen olma tutkusu, daha derin bir demokrasi ya da özgürlük, daha adil bir dünya, yoksulluk ve şiddetin son bulması ya da daha yaşanabilir bir gezegen oluşturmak için değil, daha ziyade ekonomik ve ideolojik nedenlere dayanmaktadır.” (*)
Böylesi bir gidişatın karşısında var olan, gün geçtikçe de dünyada yaygınlaşan sivil itaatsiz hareketler aktivistlerin de öncülüğünde “yeni dünya bilinci” oluşturmaktadır.
Burada insan haklarından çevre bilincine, ayrımcılıktan şiddete değin birçok alanda tepkilerini ortaya koymakta; kitlelerin böylesi bir bilinci kuşanmalarına öncülük etmektedirler.
Böylesi bir bilincin taşıyıcı , öncü sesi gazeteci aktivist Rebecca Solnit, “Karanlıktaki Umut” kitabında işte sürüklenilen bu yerin neden/niçinlerini sorguladığı gibi; toplumların ülkelerinin bu yıkıcı gidişatına dur diyebilmeleri için her bireyin vicdan duygusuna çağrı da yapmaktadır.
Toplumlar geleceklerini kurabilmek için umut taşımalıdırlar. Ama bunun için de önce mevcut durumu anlamak, yüzleşmek zorundadır toplumun her bireyi.
Unutmamalıyız ki; insanlık, hayal kırıklıklarından da hayal üretebilmeyi bilmiştir.
Bellek taşır.
Tarih bunları kayda düşse de; gene de geç kalmadan, hatırlayarak geleceği kurma düşü için vicdanımızın sesiyle bugüne ve yarınımıza sahip çıkmalıyız.
(*) Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanları, William Blum; Çev.: Elçin Duru, 2013, Say Yay., 408 s.