Türk-Amerikan ilişkileri: Kırılma değil kopuş

Tarihçiler Eski Rejim’in ilişkiler ağını tasfiye edip, Yeni Rejim’in kuruluşunun önünü açan Fransız Devrimi’ni kopuş (rupture) olarak adlandırıyorlar. Devletlerarası ilişkilerde ise savaşlar veya diplomatik ilişkilerin kesilmesine neden olan derin çatışmaların, “kopuş” görevi gördüğünü söyleyebiliriz. Böyle durumlarda eski tip ilişkiler, bir daha geri gelmemek üzere yerlerini yenilerine bırakırlar.

1974 KIBRIS VE 2003 TEZKERESİNDEN DAHA AĞIR KRİZ

Türkiye ve ABD arasında, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin reddine benzer pek çok kırılma yaşansa da, ikili ilişkilerde devletlerarası açık bir çatışmaya yol açan bir kopuş yaşanmadı.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, direkt olarak ABD veya ABD’nin açık bir biçimde hamiliğini yaptığı kuvvetlere karşı değildi. Harekât sonrasında ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargonun altında, Washington merkezli düzenin dışına çıkan Ankara’yı baskılama hedefinin yanı sıra, Yunanistan ve Rumlarla ilişkileri koruma çabası yatmaktaydı.

Washington, gerginliğe rağmen Ankara’yla ilişkileri tamamen kopartmaktan kaçındı ve kapıyı aralık tutmaya devam etti.

1 Mart 2003 Tezkeresi’nin reddi, bölgede ABD ordusunun hareket kabiliyetini zayıflatan dolayısı ile ABD çıkarlarını, Kıbrıs Harekâtı’ndan daha net bir biçimde hedef alan sonuçlar doğurdu. ABD ret kararına, askerlerimizin kafasına çuval geçirerek ve sonrasında Ergenekon/Balyoz tertipleriyle Türkiye’nin vatansever birikimini hedef alarak cevap verdi. Fakat bu süreçte, dönemin siyasi iktidarı üzerinden Türkiye’yle ilişkilerini sürdürdü. Bu dönemde, iki ülke arasındaki kısmı bir siyasi kırılma yaşansa da, devletlerarası ilişkilerin ana hatları korundu.

DEVAMLI KRİZ HALİ

Fakat bugün, iki ülkenin bir bütün halinde karşı karşıya gelme ihtimalinin olduğu bir yol ayrımındayız.

15 Temmuz darbe girişimi süreciyle başlayıp, S-400 kriziyle yükselen ve Fırat’ın doğusuna müdahale konusunda kilitlenen ilişkiler, iki ülke arasında siyasi bir kırılmadan çok daha fazlasının yaşandığını gösteriyor.

Türk-Amerikan ilişkilerine hakim dışişleri mensuplarının farklı dönemlerde yaptıkları değerlendirmelerde, bir süredir devamlı kriz halinde olan iki ülke ilişkilerinin kopuş aşamasına geldiğini kanıtlar nitelikte;

S-400 krizi esnasında, emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ, “Türkiye, belki de tarihinin en kritik eşiğinde” değerlendirmesinde bulunurken, Türkiye’nin eski ABD Büyükelçisi Faruk Loğoğluise F35 anlaşmazlığı sonrası “Türkiye ve ABD ilişkileri daha önce hiç yaşanmamış bir krizden geçiyor” ifadeleriyle yeni süreci tespit etmişti. Gelinen noktada, Türk-Amerikan ilişkilerinde denizin bittiği aşikar. Fırat’ın doğusu ise yeni bir sayfanın açılacağı, kopuşun gerçekleşeceği yer olabilir.

FIRAT’IN DOĞUSUNDA KOPUŞUN İLANI

Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon sinyali vermesi sonrası, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Morgan Ortagus’un yaptığı, “Suriye’nin kuzeyinde planlanan bu tür tek taraflı askeri eylemler, özellikle ABD’li askerlerin harekat bölgesinin yakınında bulunma olasılığı, ABD’nin ve yerel Suriyeli partnerlerin IŞİD karşıtı operasyonlarının sürmesi nedeniyle ciddi endişe yaratıyor” açıklaması, iki ülke arasında direkt çatışma ihtimalini ortaya koyuyor.

Konuyla ilgili olarak Sputnik’ten Elif Sudagazer’e konuşan Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin de, ABD’nin Türkiye’yi “14-15 kilometre derinliğinde bir alana” sıkıştırmaya çalıştığını, Türkiye’nin bu planı kabul etmesinin “mümkün olmadığını” vurgularken, ABD’yle sıcak çatışma olasılığı olduğunu ifade ediyor.

Bugün Türkiye’nin önünde iki yol olduğunu hemen herkes dillendiriyor:

1. ABD’nin güvenlikli bölge tuzağını reddetmek ve Suriye’de dahil olmak üzere komşularla dirsek teması içinde Fırat’ın doğusuna operasyon düzenlemek.

2. ABD’nin güvenlikli bölge tuzağına boyun eğmek ve sınırlı bir müdahalede bulunmak. Birinci seçenek, Türkiye’nin ABD’den kopuşunun ilanı olmasının yanı sıra, Beşar Esad yönetimiyle yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelecektir. Bu hamlenin yapılması halinde, ülkemiz üzerinde ABD baskısının artması olasıdır. Fakat başta mülteci konusu olmak üzere bölge ülkeleriyle ortak adımlar atmak suretiyle yeni çözümler üretilebilir. İkinci seçenek ise, Türkiye’yi içinden çıkması zor bir durumun içine sokacak, bu durumda, iktidarın akıntıya karşı ayakta kalma şansı olmayacaktır. İdare-i maslahatçı siyasetlerle yönetilmesi mümkün olmayan bir süreçteyiz. İktidarın bir an evvel, iç siyasette kutuplaştırıcı söylem ve siyasetleri terk ederken, dış siyasette ise Suriye ve Mısır’la anlaşma yoluna girmesi mecburi bir hal almıştır.

Yeni bir yol açmak için hâlâ vaktimiz var.