Türk ekonomisinde dışa bağımlılığa son

Neoliberal ekonomistlerin tartışmaktan imtina ettikleri en önemli konulardan birisi ekonomik büyümenin kalitesidir. Söz konusu ekonomistler sürekli büyümeyi adeta bir fetiş gibi görürler. Onlara göre büyüyen bir ekonomi her derde devadır. Büyümenin kalitesi veya içeriğinin bir önemi yoktur. Bu sınırsız büyüme ve ekonomiyi genişletme yaklaşımı 1980’lerden sonra dünya ekonomisinin finansallaşmasının temelini oluşturmuştur. Bir yandan ülke ekonomileri aşırı oranda borçlanarak yatırım ve harcamalarını finanse etmeye çalışırken diğer yandan özel sektör kuruluşları borçlanarak yatırım ve büyüme anlayışını geliştirmiştir.

IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla gelişen ülkelere sunulan sürekli büyüme ‘reçetesi’ iflas edeli yıllar oldu. Çok sayıda ülke bu politikaların ölümcül cenderesinden çıkma çabası içinde. Bu ‘reçete’nin üç temel sonucu oldu; tüketim çılgınlığı, küresel ekonomik yapıya mali oligarşinin isteğine uygun olarak eklemlenme ve şuursuz bir ihracat yapma zorunluluğu. Tüm bu büyüme reçeteleri gelişen ülkelerin bağımsız bir ekonomi kurmalarını engellemiş, borç batağına sürüklemiş ve kalkınmalarına ket vurmuştur.

Peki, Türkiye bu reçeteden ne kadar etkilendi? Daha yakından bakalım.

YABANCI SERMAYE BORÇLULUK ORANINI ARTIRDI

1989’da yabancı sermayenin ülkeye girişinin serbestleşmesinden sonra Türk ekonomisi önemli bir dönüşüm yaşadı. İyi kötü sürdürülen ithal ikameci ve devletçi politikalar 24 Ocak 1980 kararları ile başlayarak adım adım tasfiye edildi. Türkiye’nin hala önemli sorunları olan sermaye birikimi ve dış denge sorunu yabancı sermaye girişi ile çözülmeye çalışıldı. 1980’lerde başlatılan ihracata dayalı büyüme politikalarının en önemli sonuçlarından biri, düşürülen vergiler nedeniyle kamu bütçesinin açık vermeye başlaması oldu. Akabinde borçlanma şartları esnetildi ve Türk ekonomisi borç sarmalının içine sokuldu. Bu denklem Türk ekonomisini yabancı sermaye hareketlerine bağımlı bir yapıya dönüştürdü.

Yabancı sermaye girişlerinin bir kısmı doğrudan yatırım, bir kısmı ise portföy yatırımı yani sıcak para olarak gerçekleşir. Özellikle 1990’lar ve 2000’lerin ilk 10 yılında doğrudan yatırım yapan yabancı sermayenin önemli kısmı özelleştirmelere yöneldi. Daha küçük bir kısmı ise kriz zamanlarında ucuzlayan fiyatları nedeniyle cazip hale gelmiş olan Türk şirketlerine yöneldi.

EKONOMİNİN BÜYÜMESİ YABANCI SERMAYEYE BAĞLI

TCMB verilerine baktığımızda 1989-2020 yılları arasında Türk ekonomisinin büyüme seyrinin yabancı sermaye girişi ile paralellik gösterdiği gözlemleniyor. Bu Türk ekonomisinin iç dinamiklerinin olmadığı anlamına gelmez fakat belirleyici olanın yabancı sermaye hareketleri olduğu aşikârdır.

Küresel mali oligarşinin risk iştahının arttığı dönem olan 2000’lerin başlarında ve devamında Türk ekonomisi tarihinin en yüksek miktarda yabancı sermaye yatırımlarını çekti. Yabancı sermaye girişinin Türk ekonomisinde önemli etkileri oldu. En önemlisi faiz oranlarının yüzde 50’lerden yüzde 10’lara kadar gerilemesiydi. Düşen faiz oranları şirketlerin ve bireylerin aşırı borçlanarak toplam kredi hacminin rekor seviyelere çıkmasını tetikledi. Bu gelişme ülkede varlık fiyatlarının artmasında etken oldu. Yüksek varlık fiyatları ise yeniden borçlanma imkânları sağlayarak borçlanma sarmalının büyümesinde etken oldu.

AŞIRI DEĞERLİ TL MİLLİ ÜRETİMİ ZAYIFLATTI

Yabancı sermaye girişinin etkisiyle TL’nin değeri uzun bir süre yüksek seviyelerde kaldı. Bu durum ithalatı teşvik etmiştir. Üretimde kullanılan ithal girdiler yüksek seyreden TL ile birlikte artmıştır. Uzun süre değerli kalan TL çok sayıda üreticiyi ucuz ithalata karşı rekabet edemeyerek piyasadan çekilmek zorunda bırakmıştır. Dolayısıyla milli üretim önemli oranda darbe yemiştir.

Toplam ithalatın dağılımına baktığımızda ithalata bağımlı üretimin boyutları daha çarpıcı olarak ortaya çıkıyor. 2000’li yıllarda tüketim mallarının toplam ithalat içindeki payı sadece yüzde 12 olurken geri kalan yüzde 88 yatırım malları ve ara mallardan oluşmuş. Böylece ithalata bağımlı üretim yapan Türk ekonomisinin cari açık problemi daha da derinleşmiş ve kronikleşmiştir.

Sonuç olarak yabancı sermaye hareketleri Türk ekonomisinin cari açığını belirleyen temel faktörlerden biri olmuş ve ekonominin kırılganlığını artırmıştır. Türk ekonomisinin krize girmesi veya çıkması iç dinamiklere değil yabancı sermayeye bağlı hale gelmiştir.

NE YAPMALI?

Yabancı sermayenin belirleyiciliğini kırmanın iki önemli bacağı var; milli üretimi destekleyen, geliştiren politikaları uygulamaya başlamak ve sermaye kontrolleri uygulamasını hayata geçirmek.

Üretimde ithal girdisinin azaltılarak ithal ikameci bir modele dönülmesi şarttır. Türkiye 1980’den önce elde tecrübeleri günün şartlarına uyarlayıp geliştirerek uygulayabilir.

Yabancı sermaye girişlerinde doğrudan yatırımların payını artıracak önlemler alınmalıdır. Yabancı portföy yatırımlarının diğer bir deyişle sıcak paranın kolaylıkla döviz manipülasyonu yapmasını sağlayan serbest kur sistemine son verilmeli ve sabit kur sistemine geçilmelidir.

Böylece ekonominin yabancı sermayeye bağımlı yapısı sona erdirilip tıpkı iç dinamiklerle büyümesi ve gerçek anlamda kalkınması sağlanmalıdır.