Türk sinema tarihi ve birincil kaynaklar
Akademik çevrelerde üzerinde en çok durulan /önem verilen bir konu da belge sözcüğü ile onun içerdiği ve kişilere göre değişkenlik gösteren anlamının sınırlarıdır. Diğer bir deyimle bilimsel çalışmalarda nelerin belge sayılıp sayılmayacağıdır.
Her hangi bir alanın tarihsel sürecini irdelerken -benim de sık sık kullandığım bir sözcük vardır: Belge yoksa tarih de yoktur diye....Gerçekten de öyledir; istesek de, istemesek de, katılıp katılmasak da , belgelerin dışında bir alanın tarihini yazmak mümkün değildir.
Peki belge nedir? Yanıtı kolayca verilecekmiş gibi gözüken bu sözcük, aslında, özellikle de akademik çevrelerde, içerdiği anlamın çok ötelerinde farklı bir şekilde algılanıp kullanılmaktadır. Örneğin herhangi bir akademik çalışmada- tabii ki her zaman yinelediğim gibi tümünde değil, işin kolayına kaçma kurnazlığını gösterenlerde- Başbakanlık Osmanlı Arşivi ya da bir diğer benzerinde, sıradan bir katibin/memurun bir filmin çekim izni için kötü bir dille doğru/yanlış yazdığı iki satırlık “olur” izni, “Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti (DH. EUM. 2.Sb) gibi dip nota düşüp geçerli ve kabul gören bir belge sayılırken, aynı filme ilişkin bir günce, bir anı, bir senaryo, muhasebe tutanakları, tüm set ve çekim fotoğrafları, eleştiriler, söyleşiler, hasılatlar, sansürler, istatistikler vs, nedense belge değil de sıradan bir ephemera (yani gelip-gecici kıymetsiz bir kağıt) muamelesi görür. Oysaki ilkinde Başbakanlık Osmanlı Arşivine gidip (hatta gitmeden de bilgisayarınız başında) bu ve buna benzer belgelerin tümüne birkaç saat içinde erişebilirsiniz. Oysaki ikincisinde durum aynı değildir. Bunun için de kimi zaman bir ömür törpülemeniz, gerekir. İşin zorluğuyla kolaylığı da burada başlar zaten. Resmi bir makamdan bir filmin bir kağıda yazılmış iki satırlık -ki yapılan çalışmaya önemli bir katkısı olmaza da - cümlesi belge olur da, diğerleri pek belge sayılmaz. Değer görmez...Ya da küçümsenerek reddedilir. Ya da tarih yazımı açısından çoğunlukla “üvey evlat” muamelesi görür. Çoğu zaman belgenin niteliği değil de, bulunduğu yer öne çıkar.
Tarih Vakfı’nın yılın başında düzenlediği “Anıların izinde, arşivlerin gölgesinde : Tarih yazımında anılar” etkinliğinin basın bülteninde sözünü ettiğimiz durum çok güzel anlatılır:
“Anıların, mektupların veya genel olarak hayat hikayelerinin ‘objektifliği ve bilimselliği’ hep tartışma konusu olmuştur. Tarihçinin arşivde karşısına çıkan resmi belgelere nazaran, canlı tanıklıkların tarihsel olayları ve aktörleri sahih ve objektif olarak ortaya koymalarının mümkün olmadığı ileri sürülür. Bu klasik, natüralist yaklaşıma göre, anı, otobiyografi ve günlük niteliğindeki malzemeye ihtiyatla yaklaşılması, güvenilirlik ve geçerliliklerinin test edilmesi elzemdir. Hatta söz konusu metinlere tarihsel ‘belge’ demekten bile imtina edilir. Anı, otobiyografi ve günlük türü metinler dönemin tanığı farklı aktörlerin olguları ne denli tutarlı analiz ettikleriyle değil bize neyi, nasıl anlattıklarıyla değerlendirilmeli, incelenmelidir.
Halbuki, arşiv malzemesinin ete kemiğe büründürülmesinde bu tür tanıklıklar ve öznel hikâyeler vazgeçilmez derecede önemlidir. Şüphesiz ki bunları kaleme alan kişiler tarihi kendi sübjektif pencerelerinden yeniden inşa ederler. Ama geçmişte yaşamış ve bugün arşivde karşımıza çıkan belgeyi kaleme almış olan bir katibin veya devlet memurunu ne kadar objektif olduğu pek de sorgulanmaz. Arşivin ve arşiv belgelerinin kendinden menkul bir heybeti ve dokunulmazlığı vardır. Onları üreten toplumsal aktörlerin siyasal, sınıfsal ve kültürel konum, çıkar, arzu ve önyargılarından pek hesaba katılmaz...”
Şimdi; birileri ortaya çıkıp da, sinemamızın doğum gününün kutlamamıza neden olan filmi çekenin bile tüm belgeleriyle/söyleşisini, ayrıca o filmin kaybolmadan önceki serüvenine tanıklık etmiş olan bir başka kişinin notlarını hiçe sayıp, tek yapraklı bir bülteni “birincil belge” olarak tanımlayarak Türk Sinema Tarihine nokta koyma hevesine ve de hırsına kapılmasına üzülmemek elde değil. Amaç; bulduğu belgeyi asla küçümsemek değil, aksine diğer belgeleri küçümsenerek, yok sayılarak (yazısında söz ettikleriyle etmediklerini görmemezlikten gelip itibarsızlaştırarak) yalnızca kendisinin bulduğunu - yoksa bulmadığını mı demek daha doğru- öne çıkrama heves ve hırsını ve de bilimsel çalışma ahlakına uymayan makalesinin girişindeki tavır ve üslubunu eleştirmektir. Tabii bir de yazımıza konu olan belgelerin birincilliğiyle niteliğini...
Bir şeylere nokta koymakla meşgul olan bu kişi, bir gazetede kendisiyle yapıla söyleşide, Ayastefanos filmiyle ilgili tartışmalarının bittiğini, sıranın Manaki Kardeşlere geldiğini söylüyor... Günaydın... Bırakın Manaki Kardeşleri bir yana Sigmund Weinberg’in filmleri bile artık çok geç tarihli sayılıyor günümüzde...