Türk sinemasında deprem
Deprem Türkiye’nin başlıca gerçeklerinden biri ve her gerçek gibi sanatın çeşitli dallarına yansımış durumda. Fay hatlarının üzerinde yaşıyoruz ve bu hatlar örneğin Türk sinemasının da altından geçiyor. Sinemamızda deprem ve sinema ilişkisine baktığımızda gördüklerimiz şöyle:
Renan Fosforoğlu’nun ilk yönetmenlik denemesi “Köprüaltı Çocukları” (1953) deprem felaketi nedeniyle memleketlerini terk ederek İstanbul’a gelen ama burada da dolandırılıp ikinci bir felaket yaşayan üç kişilik ailenin öyküsünü sunar. Remzi Cöntürk de 1966 yapımı “Yaşamak Haram Oldu” ile Varto'da yaşanan deprem felaketini yansıtır beyazperdeye.
Lütfi Akad’ın “Gökçe Çiçek”i de (1973) teknik açıdan başarıyla kotarılmış bir deprem sahnesiyle yer alır sinema tarihimizde. 19. yüzyılda Osmanlı'nın mirî malı topraklarının beylerin eline geçmeye başlamasını bir aşk öyküsü eşliğinde anlatan filmde ikisi de Gökçe Çiçek'e sevdalı Selman Ali ve Ahmet, hayvanlarıyla birlikte bir geçitten geçerlerken yer sarsılır. Deprem olmuş, tüm kayalar geçittekilerin üstüne inmiş, hayvanların tümü telef olmuş, bir kişi de ölmüştür. Yarı ermiş kişilikteki Gökçe Çiçek, depremi “içinde duymuştur”, haykırarak tüm obaya haber verir...
DEPREM OLMUŞ GİBİ…
Sinemamızın depremle ilgili en bilinen, akla ilk gelen filmi Şerif Gören’in alışılmadık yapıda bir melodram olan “Deprem”idir (1976). Gören bu doğa olayını “çözüm getirici” özelliğinin altını kalın biçimde çizerek kullanır beyazperdede. Güzel köylü kızı Zeynep, sevmediği biriyle evlenir, mutsuzluğa gömülür. Gönlü başkasındadır. Filmin finalinde aniden gelen deprem her şeyin kesin çözümü olacaktır. Zeynep’in doğanın ortasında doğum yapması sırasında yaşanan büyük sarsıntı, öykünün akışı içinde seyirciyi de hazırlıksız yakalar. “Deprem”, yabancı bir filmden “ödünç alınan” deprem görüntüleriyle de olsa, konumuzla ilgili en ünlü örnek olarak sinema tarihimizdeki yerini çoktan almıştır.
Reşat Nuri Güntekin’in “Değirmen” romanı, Turgut Özakman’ın bu romandan uyarladığı “Sarıpınar 1914” oyunu ve Atıf Yılmaz’ın tümüyle Güntekin’e bağlı kalarak çektiği “Değirmen” (1986) filmi... Birinci Dünya Savaşı yıllarında, kendi dünyalarında yaşayıp giden Sarıpınar ahalisinin başına gelenleri anlatan film için rahatlıkla “dünya sinemasındaki en ilginç deprem öyküsü” denilebilir. Güzeller güzeli Bulgar kızı Nadya'nın katılanları mest ettiği oturak alemleri meşhurdur ve günün birinde Nadya'nın göbek dansıyla sallanan evde, “zelzele oluyor” diye panik çıkar, pek çok kişi yaralanır. Deprem haberi kısa sürede yayılır, İstanbul’a ulaşır, padişahın kulağına kadar gider. Depremin yaralarını sarmak için yardımlar gelmeye başlar. Kasabalılar bunun üzerine gerçekten deprem felaketine uğramış gibi davranmaya başlarlar.
DEPREM SONRASI YAŞANANLAR
Küçük bir ayrıntı olarak Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet”inde de söz edilir depremden. 10 yıllık mahkumiyetinin ardından cezaevinden çıkan Yusuf, ailesini depremde kaybetmiştir. Hayatta kalan tek yakını İzmir’de yaşayan ablasıdır...
Gani Rüzgar Şavata’nın 2001’de çektiği “Dava”, tümüyle bir Güneydoğu Anadolu öyküsü anlatır. Ancak filmin başında, öyküyle hiç ilgisi olmayan biçimde Şavata’nın Gölcük depreminden sonra yıkıntı ve enkazların arasında gezindiğini görür, felaketin acısını yüreğinde hissettiğini anlarız. Yönetmen, ilgili sahneleri sonradan eklemiştir “Dava”ya.
17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük felaket sonrasında deprem mağdurlarına para toplamak amacıyla özel bir kanunla çıkarılan bedelli askerlik hakkını kullanan, 28 günlük askerlerin öyküsünü anlatan “O Şimdi Asker”de (2003) sıra. Mustafa Altıoklar’ın filmi, farklı kültürlerden gelen, değişik yaşlardaki bu insanlardan Nihat’a özel olarak odaklanır. Balıkçılık yapan Nihat, bir gece denize açıldığında meydana gelen depremde, yıkımı görmüş, ailesini ve her şeyini kaybetmiştir. Filmde ikinci bir deprem de olur. Ege Denizi’nin tam ortasında küçücük bir ada oluşur, Türkiye ile Yunanistan arasında bu yüzden Kardak krizi çağrışımlı toprak kavgası patlak verir.
Reha Erdem, 2004 tarihli filmi “Korkuyorum Anne”nin sonuna doğru seyirciye 5.9 şiddetindeki bir deprem yaşatırken, 2013’te çektiği “Şarkı Söyleyen Kadınlar”da da deprem uyarısıyla sakinlerinin büyük çoğunluğu tarafından terk edilen Büyükada’yı mekân edinir ve geride kalan bir avuç insanın yaşamlarına odaklanır.
Senaryosu Doğu Yücel tarafından yazılan Durul Taylan-Yağmur Taylan filmi “Küçük Kıyamet” (2006) olası İstanbul depreminden hareket ederek “felaket beklentisi” travmasını beyazperdeye taşırken, annesini depremde kaybeden Bilge’nin içinde bulunduğu katlanılmaz psikolojik koşullara odaklanır. Alpgiray Uğurlu’nun 2016 yapımı “Enkaz”ı da deprem felaketini tüm gerçekliğiyle yansıtan filmlerden biridir. Yalnızca iki karaktere yer veren filmde Nisa adlı genç kız büyük bir deprem sonrasında beton blokların altında kalmıştır ve güçlükle nefes almaktadır. Telefonu çekmez ve acı içindeyken sesini kurtarma ekiplerine duyurmak için elinden geleni yapar.
Not: Bu yazının dünya sinemasından örnekleri de içeren uzun versiyonu Bilim ve Ütopya dergisinin Mart 2023 sayısında yayımlanacaktır.