Türk sinemasının rönesansı ya da altın çağı mı? (TAMAMI)

GENİŞ AÇI

BURÇAK EVREN

Türk sinemasının rönesansı ya da altın çağı mı?


Türk sinemasının uluslararası alanda art arda kazandığı hatırı sayılır başarılar, 1994’te başlayan ve günümüze dek süren Bağımsız Sinemacılar Dönemi’nin ardından yeni bir dönemin habercisi sayılabilecek kimi belirtileri de beraberinde getiriyor. Bu gelecek yeni döneme “Türk sinemasının altın çağı” ya da “rönesansı” demek için biraz erken sayılsa bile oraya kısa sürede ulaşılabileceğini iddia etmek de pek yanlış olmaz.

Türk sinemasının 1994 öncesi koşullardan bugünkü düzeye gelmesi, hiç kuşku yok ki “bağımsız” adı verilen sinemacıların hiç kimse tarafından öngörülmeyen şaşırtıcı başarıları sayesinde olmuştur. 90’lı yıllarda bir elin parmakları denli film üreten ve ürettiği filmleri Majörler’in (dev Amerikan şirketlerin) tekeli nedeniyle büyük kentlerin merkezi sinemalarında bile gösterim hakkını elde edemeyen ulusal sinemanın, neredeyse sıfır noktasından sıyrılarak, sinema dünyasının en büyük festivalleri arasında yer alan Berlin, Cannes ya da Venedik’te yarışmalı bölümlere dahil edilmesi ve bir çoğundan da ödüllerle geri dönmesi, dünyada da pek az ülke sinemasının gerçekleştirdiği bir başarı olmuştur. Türk sinemasının çok kısa bir süre içinde, sektör olamamanın tüm olumsuzluklarını yaşamasına karşın bu konuma gelmesi, elbette ki Bağımız Sinemacılar olarak tanımladığımız, başta Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Ferzan Özpetek, Fatih Akın, Tayfun Pirselimoğlu, Derviş Zaim, Reha Erdem, Reis Çelik, Çağan Irmak, Yeşim Ustaoğlu, Yeni Sinemacılar vd. sayesinde olmuştur. Bu yönetmenlerin büyük bir çoğunluğunun filmlerine yalnızca yönetmen olarak değil, senarist, yapımcı, kimi zaman görüntü yönetmeni ve oyuncu olarak da imza atmaları, güçlü bir sektöre sahip olmayan sinemamızın ortamında, tüm riskleri göze alarak kendi sinemalarının, kendilerinin yapması gibi bir zorunluluğu da beraberinde getirerek, başarıya ortaksız ve de ödünsüz ulaşmalarını sağlamıştır.

“Altın Dönem” ya da “Türk sinemasının Rönesansı” olarak tanımlayabileceğimiz yeni dönemin ışıklarının görmemizde, hiç kuşku yok ki Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde ararda kazandığı önemli ödüllerle, Fatih Akın ve Semih Kaplanoğlu’nun Berlin’deki başarıları önemli bir veri olmasına karşılık yeterli olmayabilir. Zaten bir dönem de bu tür tekil ve birkaç kişinin kişisel başarılarıyla oluşmaz. Önemli olan; bu yönetmenlerin Türk sinemasında farklı bir kulvar oluşturarak, bir önceki dönemin filmleriyle taban tabana zıt, çoğunlukla kendi kişisel dünyalarından yola çıkarak, tüm tecimsel koşullara sırt çevirerek minimalist bir anlayışla, hem içerik hem de estetik olarak ayrıksı yapıtlar ortaya koyması ve ve kendi içlerinde bir ikinci kuşağa esin kaynağı olarak onların da benzer başarılar peşinde koşmasını sağlamasıdır. Bugün, Bağımsız sinemacıların ikinci kuşağı olarak isimlendireceğimiz Özcan Alper, Seren Yüce, Seyfi Teoman vs gibi yönetmenler de, daha ilk filmlerinde başarıyı yakalayarak ulusal festivaller denli uluslar arası festivallerde de önemli başarılar- ödüller elde etmeye başlamışlardır.

Diğer taraftan son on yılda Türk filmlerinin uluslar arası film festivallerinde kazandıkları ödül sayısı, Türk sinema tarihinin seksen yılda kazandığı ödüllerin neredeyse on misline erişmiştir. Bir uluslararası festivale atılıp eli boş dönen bir Türk filmi neredeyse yok gibidir. Yerli film seyircisindeki önemli artış, son yıllardaki film yapımlarındaki nicelik ve nitelikli yükseliş, sinemanın dışındaki sermayenin harekete geçirilerek sinemaya kanalize edilişi ve sinema literatüründeki şaşırtıcı zenginlik yeni bir dönemin ışıklarını görmemizde bizlere yardımcı olan somut verilerdir.
Türk sinemasındaki Altın Çağını ya da Rönesansı yaşamımız için sanırım çok az bir zaman kaldı. Belki de o dönemleri yaşamaya başladık bile…

burcakevren@aydinlikgazete.com