Türk toplumu muhafazakâr değil

Ortalama bir solcunun, sözgelimi CHP’nin oylarındaki durağanlığı açıklamak için başvurduğu değişkenlerden biri- ve önde geleni- Türk seçmeninin muhafazakar yapısıdır. Oysa Ak Parti döneminde restorasyon adı altında yağmalanan ve yok edilen camilerin sadece basına yansıyanlarının kaydını tutsak, sanırım sayfalar dolardı. Adnan Menderes 1950’li yıllarda İstanbul’daki Vatan ve Millet caddelerini yaptırırken 50’nin üzerinde irili ufaklı camiyi yıktırmıştı. Bazılarının tarihi değeri vardı. “Muhafazakar” halkımız için bu pek sorun teşkil etmemiş ve Menderes’in oylarının düşmesine neden olmamıştı.
Türk toplumu, dünyadaki pek çok toplum gibi, çoğunluk itibariyle dindar bir toplum. İnsanlar çocuklarının da dindar olmasını önemsiyor. Okullarda din dersleri olmasını ya da basında dini programların, dillerde dini vurguların artmasını olumlu karşılıyor. Fakat bu ideolojik olarak içselleştirilmiş, tutarlı bir muhafazakârlık anlamına gelmiyor. Gelmesi de pek mümkün değil.
On yıllardan beri büyük bir iç göç dalgası yaşıyoruz. Doğudan batıya, köylerden kentlere doğru her yıl dalgalar halinde yüz binlerce yurttaşımız göç ediyor. Göç demek, daha iyi bir dünya arayışına yolculuk demektir. Göç edenin tutunmak diye bir derdi vardır. Hırslıdır ve kaybedecek pek az şeyi vardır. Sınıf atlamak ister. Üstelik bunun koşulları olduğunu da görür.
Göç dalgası, göç edilen kentlerin arazilerini olağanüstü değerli kılarak muazzam bir kentsel rant oluşmasına neden oluyor. Diğer taraftan milyonlarca insanın kentlere toplanması, Türkiye bir fırsatlar ülkesi haline getiriyor. Yeterince hırslı ve cesursanız, kafanız biraz hinliğe çalışıyorsa ya da şansınız varsa, gerekli ilişkileri kurabilir ve yasaların arkasından dolaşabilirseniz paraya, refaha erişmeniz mümkün olabiliyor. Nitekim bu açıdan bakıldığında, bizim zenginlerimizin ezici bir kısmı ‘burjuva’ değil, sınıf atlamış köylülerdir.
Tabii buraya bir de değişen değerleri eklemek gerekiyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de son on yıllarda mutluluğun ölçütleri tüketim toplumu değerlerine uyumlu hale geldi. İnsanlar mutlu olmak için daha çok tüketmek gerektiğini düşünüyorlar. Bu da paraya olan ihtiyacı arttırıyor. Zengin olmayı hayatın amacı haline getiriyor.
Bu süreç kırsaldan kentsele doğru akan toplumumuzda, geleneksel ilişki ağları içinde yaşayan samimi dindarlığı yozlaştırmakta, muhafazakarlık görüntüsü altında dönüştürmektedir. Türk toplumu dindar kalmak istiyor ama aynı zamanda çok para kazanmak istiyor. Daha çok tüketebilmek istiyor. Mutlu olmak için, gezebilmek, telefon alabilmek, internet kullanabilmek, AVM müşterisi olabilmek, arabasını değiştirmek, iyi evlerde oturmak, iyi giyinmek, vb. istiyor. Eğitimi hala sınıf atlamanın meşru yollarından başlıcası olarak gördüğü için çocuklarını okutmak istiyor. Değişimin getirdiği nimetlere erişebilmek için köydeki arazisine belediye imar versin, ağaçlar kesilsin, müteahhit arsasına kat karşılığı apartman yapsın istiyor.
Toplumsal değişmenin bu kadar hızlı olduğu ve bireylerin değerleri üzerinde böylesi dönüştürücü etki yarattığı bir toplumda hiçbir değeri muhafaza edemezsiniz. Türkiye’yi 1950’lerden bu yana muhafazakar sağ partiler yönetiyor. Neyi muhafaza edebildiler? Rantiye kapitalizmi koşullarında aileler korunamıyor, çözülüyor. Bayramlar tatil paketlerini tüketme fırsatına dönüşüyor. Bayram dayanışması, mahalle kültürü, komşuluk ilişkileri korunamıyor.
Muhafazakâr partiler, dindarlığı oy almak için kullanıyor ancak toplumsal veya kültürel değerleri muhafaza etmek için istekli davranamıyor. Muhafazakâr partilerin yöneticileri de sosyal kökenleri ve kültürel donanımları daha fazlasına izin vermediği için, ortaya gösterişçi bir dindarlık çıkıyor. Ahlaki yozlaşmaya çözüm olarak topluma daha fazla dindarlık pompalayan muhafazakar siyasiler, yozlaşmanın en tipik örneklerini kendi şahıslarında sergiliyorlar.