Türkiye’de bilim insanı olmak!

Bilim insanı yetiştirme ve bilim insanlarından ülke hizmetinde yararlanma önemli bir konudur. Türkiye’de bilim insanı yetiştirme konusunda iyi işleyen bir sistem olduğu söylenemez. 1981 yılında kamuoyunda YÖK olarak bilinen bir düzene geçilmiştir. Bu sistem içinde bilim insanı yetiştirmenin temeli olan akademik yükselme kriterleri çok kez değiştirilmiştir. Bu ölçütlerin en olumsuzu, gerçekte Thomson-Reuters şirketinin taradığı dergilerde yayın yapmanın başat ölçüt olarak alınmasıdır. Daha önce çoğu kez işaret ettiğimiz gibi bu ölçütün tek başına bilimle ilgisi yoktur. Bu saptama bir iddianın ötesinde yalın bir gerçektir. Nasıl mı? 1981 yılında Türkiye’de yabancı dergilerdeki yayın sayısı sadece 352 olarak belirtilmektedir. Buna göre 1981 öncesi Türkiye’de bilim yokmuş (şaka gibi). 1966’da Ankara Ziraat Fakültesi öğrencisi olduğumda bugün hayal bile edilemeyecek şekilde, tüm derslerin çok kapsamlı ve bilimsel içerikte ders kitapları bulunmaktaydı. Temel ölçüt alınan yabancı dergilerde yayın yapmada, Türkiye büyük atakla 1996 26.sıraya, 2016’da da 17. sıraya yükselmiştir. Bu büyük başarıya karşın 2018-19 döneminde dünya üniversiteleri için yapılan bir sıralamada ilk 500 arasına giren Türkiye üniversitesi yoktur. İlk binde de ancak 13 üniversite yer alabilmiştir. Yanlışta ısrar edilen bir uygulamanın altını çizdikten sonra, bilim insanı ve bilimsel araştırmanın itibarı konusundaki görüşlerimizi özetleyelim.

BİLİM İNSANI VE BİLİMDEN YARARLANMA
Türkiye’de bilim insanı yetiştirme yanında, yetişmiş bilim insanları ve bilimden yararlanma konusunda da ciddi sorunlar bulunmaktadır. Türkiye’de yetişmiş bilim insanlarının farklı nedenlerle yurtdışına çıkmaları gündeme taşınarak, beyin göçünden söz edilmektedir. Konuyu sadece bilim insanlarının dışarıya göç etmesi şeklinde ele almak dar bir bakış açısıdır. Kendi ülkesinde göçmen durumunda olanları da dikkate almak gerekir. Başka bir anlatımda, temel sorun yetişmiş insanların destek ve itibar görmemesi ve sistem dışında kalmalarıdır. Konu modern tıp bilimlerinin babası olan İbn-i Sina’nın “Bilim ve sanat, itibar görmediği toplumları terk eder” cümlesiyle bin yıl önce vurgulanmıştır. Deneyimlerimizden iki örneği özetlersek, konu daha iyi anlaşılacaktır.

U.Ü. Araştırma Fonunun desteği ile 1995 yılında Türkiye için önemli bir konu olan gıda sanayi-üretici ilişkileri ve sözleşmeli tarım konusunu ele alan bir araştırma projesine başladık. Proje yürütülmesi sırasında yazışmalarda bulunduğumuz ABD Connecticut Food Marketing Policy Center projemizle, Merkez’in NE-165 projesinin üyesi olmamızı önerdi. Bu çerçevede yaptığımız bir çalışma Merkez sitesinde 1998 yılında yayınlandı. Bu yayın, ABD’de tarım ekonomisi alanında önemli bir arama portalı olan AgEconSearch’de 2001-2008 yılları arasında 2359 indirme ile en çok indirilen 30 çalışma arasında yer aldı. Tamamlanan projenin Türkiye’de daha çok ilgiliye ulaşması amacıyla, yayınlanması için Bursa Sanayici ve İşadamları Derneğine sunuldu ve yapılan inceleme sonunda basılamayacağı kararı verildi. İlgili çalışma Fakültemiz olanaklarıyla az sayıda çoğaltılabildi. Proje ile, 1999-2000 döneminde 6 ay süre ile Fulbright Burslusu olarak söz konusu olan Merkezde aynı konuda 6 aylık çalışma olanağı doğdu. Çalışma sonunda hazırlanan rapor da Merkez sitesinde yer aldı. 2004 yılında konunun özetinin uluslararası bir dergide yayınlanması ile Türkiye’de sektör ve ilgililer tarafından yok sayılan bu çalışmaya yurtdışındaki ilgi daha da arttı. Bu çerçevede Hindistan’dan alınan davet üzerine ICFAI Üniversitesi yayını olan bir kitapta giriş ve Türkiye ile ilgili bölümler tarafımdan kaleme alındı. Aynı Üniversite Sözleşmeli Tarım: Teori ve Uygulama başlıklı kitabımı 2007 yılında yayınladı. Bu kitabın Türkçe versiyonunun hazırlayıp Türkiye’deki ilgili bir kuruluş tarafından yayınlanması gayretlerim maalesef sonuca ulaşmadı. Kitabın Türkçesini kendi olanaklarımla 2016 yılında 500 adet bastırabildim. Sanıyorum mevcudu hâlâ var. 2007 yılından 2018 yılına kadar gelişmeleri içeren son çalışmam ise, halen ismi değişen Merkez’in sitesinde yer almıştır (Yayınlar internet ortamında ücretsiz bulunmaktadır).

İkinci örnek de TÜBİTAK destekli bir proje ile ilgilidir. AB adayı olan Türkiye’nin ortaklık durumunda “Tarım İşletmeleri Muhasebe Veri Ağı” sistemini uygulaması gerekmektedir. Bu ihtiyacı görerek 1999 yılında TÜBİTAK destekli bir projeye başladık. Proje süresinde tamamlanıp, sonuç raporu hakemlerden hiçbir eleştiri almadan kabul edildi. Kalıcı olması ve kamuoyuna duyurulması açısında bu çalışma, 163 sahifelik “Tanımlar ve Uygulama Rehberi” ve 74 sahifelik AB formatında uygulama sonuçları şeklinde Türkiye Ziraat Odaları Birliği tarafından 2002 yılında yayınlandı. Yani projenin ulusal düzeyde uygulanması için her şey hazırdı. Maalesef bundan sonra yayının kopya versiyonlarının hazırlanması dışında bizim adımız yok sayıldı. Ağustos 2007’de ilgili Bakanlık, yabancı ortaklarla bu uygulamayı başlattı, bizim proje rafta kaldı veya bu konuda maddi karşılıkla çalışanlara hazır malzeme oldu.

NE YAPMALIDIR?
Umarım, bu iki deneyim Türkiye’de bilim insanı ve bilimsel çalışmaya ne kadar önem verildiğinin örnekleri olmuştur. Sorunu sadece dışa beyin göçü olarak değerlendiren yetkililer yurtdışındaki araştırmacıların ülkeye dönmeleri için TÜBİTAK kanalıyla bir teşvik paketi uyguladılar. Program sonuçlarına göre yurtdışında çalışan 98’i Türk, 29’u yabancı sadece 127 bilim insanı Türkiye’ye gelmeyi kabul etmiştir. Bu konuda önerimiz benzer teşviklerin yurtiçi-yurtdışı ayrımı yapılmadan uygulanmasıdır. Yapılması gereken önemli işlerden birisi de, özellikle üniversitelerin atama açısından kapalı sitemlerinin değiştirilmesidir. Üniversite dışından, çok iyi yetişmiş bir bilim insanının herhangi bir akademik kadroya atanması olanaklımıdır? sorusuna verilecek yanıt çok önemlidir. Kanımızca, Türkiye’de üniversitelerde görev alacak nitelikte yeterince yetişmiş beyin olmasına karşın, mevcut kapalı sistem nedeniyle, bu kişilerin bizi nasıl olsa kabul etmezler düşüncesinde oldukları görüşündeyiz.