Türkiyelileşmenin önündeki engel

Türkiyelileşme meselesi, Kürt siyasi hareketinin ilk kez tartıştığı bir mesele değil. 1990’da Halkın Emek Partisi’nin (HEP) kurulması sürecinin başlarında bir Türkiye Partisi olma çabaları vardı. 1989’da yapılan Paris Kürt Konferansı’na katılan yedi SHP milletvekilinin ihracı sonrası, parti içinde Baykal’a karşı etkisiz kalan sol kanat milletvekilleri de istifa ederek birlikte yeni bir oluşum çabasına girişmişlerdi. Daha önce Halkçı Parti genel başkanlığı yapmış ve SODEP ile birleşerek SHP’nin kurulması sürecine önderlik etmiş olan Aydın Güven Gürkan’ın genel başkan olması halinde, yeni partinin etnik görünümü aşıp bir Türkiye Partisi olacağı hesaplanıyordu. Ancak Aydın Güven Gürkan, Abdullah Baştürk gibi isimler ya parti kurulmadan ya da kurulduktan kısa bir süre sonra koptular.

Kopmaların temel nedeni, Kürt sorununa özel ve öncelikli bir değer veren bir Türkiye Partisi ile Kürt sorunu merkezinde örgütlenen ve tüm diğer meseleleri ikincil kabul eden etnik bir parti arasında, eğilimin ikinciden yana olduğunu görmeleriydi. Birinci modelde genel başkan Türk’se genel sekreterin Kürt olması ya da tersi türünden etnik hesaplar anlamsızdır. Bir Türkiye partisinde herkes Türk’tür ama milleti oluşturan etnik grupların bazı sorunları diğer ulusal sorunlara oranla öncelikli görülebilir. Bu bakış tarzı, parti organlarının etnik kimliğe göre dağıtılmasını anlamsız kılar. Ama HEP’in kuruluş sürecinde Kürt politikacıların yaptığı tam da bu olmuştu. Türkiyelileşme treninin kaçırılma nedeni partiye kendi seçmen tabanlarını getirmelerinden kaynaklanan bir nicel ağırlığın diğer kanatta çekince yaratması değildi. Kürt meselesinin ele alınış biçiminin geçmişteki ayrı örgütlenme pratiği içinde yaratılmış haklılaştırma biçiminden besleniyor olmasıydı.

Bir siyasi hareketin varlığını sürdürebilmesinin temel koşulu, bağımsız bir varlık olmasını haklılaştırmaktır. Bu amaçla kendisini diğer gruplardan ayırt edebilmek için bir grup kimliği inşa eder. Eğer bir başka gruplarla arasındaki siyasi sınır bulanıklaşırsa, üyeler arasında akışkanlık başlar ve daha baskın gruba doğru kan kaybedilir. Bu tehlikeden kaçınabilmek için ayrı örgütlenmenin neden kaçınılmaz olduğunu vurgulamak gerekir.

Kürt politikacıları arasında 1969’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları ile başlayan ayrı etnik temelde örgütlenme pratiği, kendi varlığını haklılaştırmak için Türklerle Kürtlerin birlikte yaşamasının kendilerine ne kadar pahalıya mal olduğu türünden mitler yaratmakla sonuçlandı. Böylesi mitler yaratılmasa, etnik temelde ayrı örgütlenmenin gerekliliği kanıtlanamazdı. Kürdistan’ın Türkiye de dâhil dört bölge ülkesinin sömürgesi olduğu, silahlı mücadelenin başka hiçbir yol kalmadığı için terör değil, özsavunma olarak başladığı, Türklerle Kürtlerin birliğinin aldatıcı olduğu, gerçekte barut fıçısı gibi oldukları, Türkiye’de her an bir iç savaş çıkabileceği vb. türünden siyasal mitler bu pratiğin haklılaştırma biçimlerine örnektir. Nitekim dikkat edilirse, günümüzde HDP’nin kendi varlığının gerekliliğini takdim etme biçimlerinden biri, iç savaşı önleme çağrılarında izlenebiliyor. Yani eğer HDP’yi dinlemez, “siyasi çözüm” denilen faşist rejimi yıkmazsak, Türkiye Yugoslavya’ya dönebilir. Ne diyordu Selahattin Demirtaş? “Cizre yanarsa Bodrum da yanar!”

HEP’ten HDP’ye uzanan otuz yıllık süreçte Türkiye Partisi olmanın önüne çıkan en büyük engel, Kürt sorununun çözümünün uluslaşma sürecinin içinde mi dışında mı ele alınacağı sorusuna verilen cevapta yatıyordu. Etnisist bakış açısı, Türkiye’nin sosyolojik yapısını ve tarihsel birikimini doğru okuyamadı. Bu nedenle Türkiyelileşme ile sonuçlanacak birleştirici bir program üretme yeteneğine sahip olamadı. Birleşebildiği her kesime kendisine özgü mitlerini ve okuma tarzını dayattı. Bu nedenle bugün HDP, Türkiye partisi olamıyor. Geleneksel seçmeni dışında, birleşebildikleri ya Türk olmaktan kopartabildiği yabancılaşmış, köksüzleşmiş çevreler ya da siyasal konjonktürün verisi olan kutuplaşmanın en çok etkilediği, negatif oy kullanmaktan başka çare bulamayan insanlar oluyor. Oysa her ikisi de, sağlıklı ve istikrarlı bir siyasal gelecek inşa etmek ve Türkiyelileşmek için yaslanılabilecek kaynaklar değil.