Türkülerin dili
Bağrımıza kan bıraktıkları o Pazar gününden beri Kızılay’da omuz omuza yürüyen kalabalıklar, öbek öbek insan kalabalıkları yok. Yıllar önce “Kaçak” dizisinin son gününde böyle insansız kalmıştı bu sokaklar. Dost Kitabevi önünde sevgilileriyle buluşan gençleri, Yüksel’de stant açanları göremiyorsunuz. Dost’un, İmge’nin önü gibi, içi de tenha. Kitapçıları tenha görmek daha bir dokundu bana. İnanıyorum kitaplar yalnız kalmayacak, yalnız bırakmayacağız.
Geçen cumartesi günü Adakale’deki Halk Ozanları Derneği’nde söyleşim vardı, bu koşullarda dil sevdalıları, halk âşıkları beni yalnız bırakmadılar, derneğin mütevazı salonu doluydu. Halk ozanlarına söyledikleri türkülerin, yaktıkları ağıtların Türkçe acısından önemini anlatmaya çalıştım. Sözlerime ozanlarımızı da ilgilendiren, P. N. Boratav’ların, İlhan Başgöz’lerin 1948 DTCF olaylarıyla üniversiteden atıldıkları günleri anlatarak başladım. Bir Başka Şehir’de ele aldığım, kimi kahramanlarını yakından tanıdığım tasfiye olayı, Türkiye’de halkbilimi en az 40 yıl geriye götürdü. Edebiyat bölümünden atılanlar halkbilimciydiler; örneğin biz 68 kuşağı halk edebiyatı okumadık; öğretim üyelerimize, bölüm başkanlarımıza sürekli bu konularda sorular sorduk, onlar hiç hoşlanmasalar da. O tasfiye olayı yaşanmasaydı, Boratav’lar, Başgöz’ler bizim de hocamız olacaklardı, büyük bir olasılıkla da ben halkbilime yönelecektim.
O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler... Yeterince biliyor muyuz türkülerin Türkçeye, bizim dilimize, kendi dilimize, çocuklarımızın diline, kentlilerin ya da kendini kentli sananların diline neler kazandırdığını? Sık sık sözü Osmanlıya getiriyorum, Osmanlının Türkçeye bakışına, ihmaline, ilgisizliğine getiriyorum. Ben de şanlı tarihiyle övünenlerdenim; ancak bu sevgi ya da övünç hiçbir konuda bizim gözlerimizi bağlamamalı, gerçeği görmeliyiz. Yok şu uygarlıktı, yok bu uygarlıktı açıklamaları, Türkçeye yapılan altı yüzyıllık haksızlığı açıklamaya yetmez. Osmanlıdaki dil gerçeğini iyi bilmeliyiz. Halkın dili Türkçe, Osmanlı aydınının gözünde “lisan-ı avam” idi, edebiyattan, bilimden uzak tutuldu bu dil, Arapça ve Farsça sözlüklerden yararlanılarak konuşma dilinden uzak, yapay bir dil yaratıldı. Osmanlı aydını Arapçaya, Farsçaya hizmet ederken, Türkçe halk ozanlarının dilinde, türkülerde, manilerde, masallarda, destanlarda yaşadı. Osmanlı aydınının “lisan-ı avam” aşağılaması yüzünden tarihimiz ölü sözcükler mezarlığına, coğrafyamız yarı ölü sözcükler mezarlığına döndü, toplam yirmi cilde yaklaşan Tarama ve Derleme Sözlükleri bu mezarlığın yılları bulan çalışmalarla ortaya konmuş anıtsal belgeleridir. Halk ozanlarımızı o mezarlıkta dolaştırdım, öldürdüğümüz, yok ettiğimiz sözcüklerimizi öğrendikçe onlar da şaşırdılar, gerçekten bir mezarlıkta dolaşır gibi hüzünlendiler, o güzelim sözcüklerin haksız ölümlerine üzüldüler. Halk dilinin, türküleri var eden dilin zenginliğini anlattım dilimin döndüğünce. Türkçeyi günümüze halk ozanları, yani Yunus Emreler, Karacaoğlanlar, Pir Sultanlar, Dadaloğulları, türküler, maniler, masallar getirdiler. Halk kesimindeki bu yaratıcılar, bu ortak yaratılar olmasaydı sözünü ettiğim mezarlık çok daha büyük olacak, Türkçe belki de günümüze gelemeyecekti... Ben bir gümüş kutuyum/Yar elinde tutuyum... TDK ipotek(rehin) karşılığı olarak yıllarca sözcük aradı, sonunda aradığını bu türküde buldu: “Tutu”, ipotek (rehin) demektir. Annemden de duyardım.
Binlerce sözcüğün nüfus kaydı önce halk şiiriyle, türkülerle, manilerle, masallar, atasözleriyle çıkarıldı, binlerce sözcük ölümden halk yaratılarıyla kurtuldu. Ünlü masal yazarlarından Jakob Grimm iki türlü şiirden söz eder: Biri “doğal şiir”dir, yani halk ozanlarının şiiri, türküler, ağıtlar, maniler... İkincisi, yani aydınların şiiri ise ona göre “yapay şiir”dir. Bir dil en doğal haliyle halk edebiyatında yaşar.