Ulusların zenginliği

Kapital’in birinci cildinde Marx’ın ilk cümlesi şudur: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, “muazzam bir meta birikimi” olarak kendini gösterir, bunun birimi tek bir metadır.” Dolayısıyla, başlangıçtan itibaren Marx, toplumlardaki zenginlik ile bunun kapitalist üretim tarzındaki görünümü arasında bir ayrım yapar. Ve Grundrisse’de Marx, “zenginlik” ile neyi kastettiğini şöyle açıklar: “Sınırlı burjuva biçimi sıyrılıp atıldıktan sonra zenginlik, insan ihtiyaçlarının, kapasitelerinin, zevklerinin, üretici güçlerin vb. genel mübadele yoluyla yaratılan evrenselliğinden başka nedir? İnsanın doğa güçleri üzerindeki, sözde doğa güçleri üzerindeki ve aynı zamanda insanlığın kendi doğası üzerindeki egemenliğinin tam gelişimi.” (s488)

Kapitalist ekonominin öncüsü olan Adam Smith'e göre, ulusların zenginliği metaların birikiminde bulunabilir. Ancak Marx için zenginlik, sermayenin sahip olduğu ve parayla ölçülebilen bir meta koleksiyonundan daha fazlasıdır. Zenginliğin kapitalizm altında aldığı biçim budur. Zenginlik, insan ihtiyaçlarını karşılayan ürün ve faaliyetlerin, yani kullanım değerlerinin, birikimidir. Ve bu kullanım değerleri, insan emeğinin ürünlerini içerdiği gibi doğal kaynakları da kapsar.

Kapitalizmde zenginliğin anlamı ve özü, satış ve kâr için üretilen, sermaye olarak biriken ve parayla ölçülen metaların değeriyle, meta üretiminde yer alan insan emek zamanının evrensel ölçüsüyle, sınırlıdır. Zenginliğin bu anlamı çevresel bozulma, kirlilik, sömürü ve eşitsizliklerin servet üzerindeki etkisini hesaba katmadığı gibi, insanın sosyal ihtiyaçlarını da yok sayar. Bunlar, kişisel zenginliğin kapitalist birikiminde hesaba katılmaz. Bu nedenle kapitalist ekonomiler yalnızca yıkıcı ve savurgan olmakla kalmaz; aynı zamanda kapitalizm, insanlık için gerçek bir zenginliğin sağlanması amacına da uygun değildir.

Küresel ısınma, iklim değişikliği, çevre felaketleri o kadar ciddi hale gelmiştir ki, sermaye ve servet birikimi arasındaki çelişkiyi bariz hale getirmiştir. Bu, ana akım ekonomiyi bile, değer üretimi (GSYİH) ve sermaye birikiminin haricinde "zenginliği" ölçmenin yollarını düşünmeye zorlamıştır.

Son zamanlarda, Dünya Bankası serveti ölçmeye çalışıyor. Son yayınlanan raporu, “Ulusların Değişen Zenginliği 2021”de, 1995'ten 2018'e kadar olan yıllık verileri baz alarak 146 ülkeyi kapsayan dünya zenginlik hesaplarının bir analizini sunuyor. Bu çalışma aynı zamanda mineraller, fosil yakıtlar, ormanlar, mangrovlar, deniz balıkçılığı ve daha fazlasını kapsayan çok çeşitli doğal sermaye biçimlerinin yanı sıra cinsiyete göre sınıflandırılmış beşeri sermayeyi de içeren şimdiye kadar yayınlanmış en geniş kapsamlı varlık grubunu kapsıyor. Buna rağmen iklim değişikliğinin etkisini ve fosil yakıtlardan kaynaklanan karbon emisyonlarının sosyal etkisini dışarıda bıraktığı için ve raporun da belirttiği gibi “insan refahı ile ekonomik sürdürülebilirlik aynı şey olmadığı” için Banka’nın analizi yetersiz kalıyor.

Banka, küresel zenginliği 'üretilmiş sermaye' (üretim araçları, makineler, bilgisayarlar vb.), yenilenebilir ve yenilenemez doğal sermaye (toprak, ormanlar, su, maden kaynakları vb.), 'beşeri sermaye' (Marx'ın emek gücü diye adlandırdığı) ve her ulusun sahip olduğu net dış varlıklar olarak tanımlıyor.

Zenginlik (Banka'nın tanımladığı şekliyle – MR), GSYİH gibi, "geniş anlamda insan refahını değil, maddi refahı temsil etmeyi amaçlar." Banka, çelişkinin farkında. “Bir ülkenin zenginlik hesabı, yani bilançosu, gelir yaratan ve insan refahını destekleyen tüm varlıkların değerini” içerirken, “gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH), bir ülkenin bir yılda ne kadar mali gelir veya çıktı yarattığını; zenginlik (servet) ise temel alınan ulusal varlıkların değerini ve dolayısıyla bu geliri uzun vadede koruma ve artırma beklentilerini gösterir.” Dolayısıyla Banka, GSYİH’i ve serveti şöyle tanımlıyor: “ekonomik performansı ölçmek için tamamlayıcı olan ve birlikte değerlendirildiğinde daha net bir resim sunan göstergelerdir. Servetteki eğilimleri izleyerek, GSYİH büyümesinin, uzun vadede sürdürülebilir olan, sermaye varlıkları inşa ederek mi yoksa varlıkları nakde çevirme yöntemiyle mi, ki bu sürdürülebilir değildir, sağlandığını görmek mümkündür. GSYİH’in yanında servet de, ekonomik kalkınmanın sürdürülebilirliğini izlemek için bir gözlem aracı olarak kullanılmalıdır.” Eğer bugün artan GSYİH, kişi başına düşen servetin azalması pahasına artıyorsa, refah sürdürülemez olacaktır. Ekonomik büyüme kendi tabanını aşındıracaktır. Dolayısıyla, zaman içinde kişi başına düşen servetteki değişimin ölçülmesi, GSYİH'e ek olarak dikkate alınması gereken belki de en önemli ölçüttür ve Banka'ya göre, sürdürülebilirliği izlemek için uygun bir yoldur.

Peki Banka burada ne buluyor? Şunu: “Doğanın sürdürülemez şekilde sömürülmesi, ulusal zenginliği oluşturan varlıkların yanlış yönetilmesi ve yanlış fiyatlandırılması ve yerel, ulusal ve bölgesel düzeylerde ortaklaşa hareket eksikliği maddi refahımızı tehdit ediyor.” 1995 ve 2018 yılları arasında kişi başına toplam servette küresel bir genişleme yaşanmasına rağmen, birçok ülke doğal, beşeri veya üretilmiş sermayeleri tükenmekte olduğu için sürdürülebilir olmayan bir kalkınma yolu izlemektedir. GSYİH büyümesinin, zaman içinde varlıkları tüketerek veya değerini düşürerek, örneğin aşırı avlanma veya toprağın bozunumu yoluyla, elde edildiği ülkelerde toplam servet azalmaktadır.

Toplam küresel servet, 1995 ile 2018 arasında önemli ölçüde büyüdü. Küresel servet 1995'ten bu yana yüzde 91 artarak 2018'de 1.152 trilyon ABD dolarına ulaştı. Tüm gelir grupları toplam servetteki ve kişi başına düşen servetteki bu artışa şahitlik etti. En güçlü performans, 1995 ve 2018 yılları arasında servetinde yüzde 200'ün üzerinde artış yaşayan üst-orta gelirli ülkeler arasında ortaya çıktı. Düşük gelirli ülkelerde kişi başına servet artışı yüzde 22 olarak gerçekleşerek, yüzde 44 olan dünya ortalamasının altında kaldı. 1995 ile 2018 arasında, düşük gelirli ülkelerin küresel servetteki payı yalnızca yüzde 0,5'ten yüzde 0,6'ya yükseldi.

Düşük-orta gelirli ülkelerin performansı daha iyiydi ve 2018'e kadar yüzde 5'ten yüzde 7'ye yükseldi. Ancak bu grup bunu yalnızca bir ülke sayesinde başardı: Çin. Çin'in toplam küresel servette 1995’te yüzde 7 olan payı, 2018'de yüzde 21'e yükseldi. Banka bu durumu şöyle özetliyor: "Bu, düşük gelirli ülkelerin dünyanın geri kalanının daha da gerisinde kaldığı ve kişi başına düşen servetteki uçurumun önemli derecede arttığı anlamına geliyor.” Bu, küresel olarak zengin ve fakir ülkeler arasında bir “yakınlaşma” olmadığının ve emperyalizmin hala bizimle birlikte olduğunun bir başka kanıtıdır.

Bu, (tanımlandığı şekliyle) küresel servetin bölüşümüdür. Ancak daha da önemlisi, kişi başına düşen küresel servete (zenginliğe) ne olduğudur. Kişi başına düşen zenginlik 111.174 ABD Doları’ndan 160.167 ABD Doları’na yükseldi. Bu, yılda yüzde 2'lik bir gerçek büyüme oranını temsil ediyor. Ancak çoğunluğu Sahra Altı Afrika’da bulunan 26 ülkede, nüfus artışı varlıkların değerindeki net büyümeyi aştığı için, kişi başına düşen zenginlikte durgunluk veya düşüş yaşandı.

Nüfus artışı, zaman içinde özellikle düşük ve düşük-orta gelirli ülkelerde, kişi başına serveti etkiliyor. 1995 ile 2018 arasında, küresel servetin yüzde 91 büyümesinin yanında nüfus yüzde 32 arttı, böylece kişi başına düşen servetteki net artış sadece yüzde 44 olarak gerçekleşti. Kişi başına düşen servet en hızlı şekilde orta gelirli ülkelerde büyüdü ve bu ülkeler küresel servetteki paylarını artırdı, ancak en yüksek büyüme oranı kısmen Çin nedeniyle üst-orta gelirli ülkelerde (yüzde 179 ile) gerçekleşti. Düşük gelirli ülkeler toplam servetlerini yaklaşık yüzde 132 artırdı. Bu, yüksek gelirli OECD ülkelerinden veya küresel ortalamadan daha fazla. Ama bu ülkelerde nüfus artış hızı da diğerlerinden yüksek olduğu için kişi başına düşen servetteki artış sadece yüzde 22 oldu.

Dünya genelinde kişi başına düşen servette büyük farklılıklar devam ediyor. 2018’de herhangi bir OECD ülkesinde doğan bireyler ortalama olarak 621.278 ABD Doları servete sahipken, düşük gelir grubu ülkelerde doğanlar için bu miktar 11.462 ABD Doları idi. Dünya Bankası sonuçlarını kullanarak çeşitli ülkeler arasında kişi başına düşen serveti karşılaştırma konusunda küçük bir çalışma yaptım.

Dünya Bankası ölçümleriyle oluşturulan yukarıdaki grafik, çeşitli ülkeler için kişi başına düşen serveti göstermektedir. G7 ekonomilerini kırmızıyla gösterdim. Bu ülkelerde kişi başına düşen ortalama servetin, bu grafikte seçilen sözde 'yükselen ekonomilerden' altı kat daha fazla olduğunu görebilirsiniz. İkincisi ise Çin'i içeriyor. Emperyalist blok ile geri kalanlar arasındaki (tanımlandığı şekliyle) zenginlik farkı çok büyük. Güncellik için Rusya ve Ukrayna'yı dahil ettim. ABD'nin kişi başına düşen zenginliği Rusya'dan beş kat daha fazla, buna karşılık Rusya'nın kişi başına düşen zenginliği Ukrayna'dan üç kat daha fazla. Bu belki de her ülkenin dünya düzenindeki göreli gücünün bir ölçüsü olarak değerlendirilebilir. Yukarıdaki ölçü piyasa dolar döviz kurundadır (MER). Dünya Bankası ayrıca kişi başına düşen serveti satın alma gücü paritelerine (PPP) göre ölçer. Bu, mevcut sözde zenginlikle her bir ülkede nelerin satın alınabileceğinin daha doğru bir ölçüsüdür. Ancak genel eğilimleri pek değiştirmez. Bu yüzden (raporda yapılmış olsa da) bir PPP karşılaştırması yapmadım. Ayrıca, MER ölçüsü, bence ülkelerin ekonomik güçlerinin ABD'yle kıyaslanması için daha iyi bir uluslararası ölçüttür.

Banka'nın tanımladığı zenginliğin bileşimine (doğal kaynaklar, emek gücü, üretim araçları ve net finansal varlıklar) baktığımızda daha açıklayıcı gerçekler var. Beşeri sermaye, zenginliğin en önemli bileşeni olmaya devam etmektedir. Beşeri sermayenin 1995'te yüzde 62 olan toplam servet içindeki payı 2018'de yüzde 64'e yükseldi. Üretilmiş sermayenin payı yüzde 32'den yüzde 31'e düştü. Ancak, gelişmiş kapitalist ekonomilerde, üretilmiş sermayenin (üretim araçlarının) toplam servet içindeki payının en büyük olduğunu da not etmek gerekir. Doğal sermaye ise 1995 ve 2018'de toplam küresel servetin sadece yüzde 6'sını oluşturuyordu. Bu pay, 2018'de küresel düzeyde yenilenebilir ve yenilenemez doğal sermaye (her biri yüzde 3) arasında eşit olarak bölündü.

Düşük gelirli ülkeler çok az başka varlığa sahip olduğundan, oransal olarak, toplam servetlerinin yaklaşık yüzde 23'ünü oluşturan arazi ve ekosistemler gibi doğal varlıklar, onlar için çok önemlidir. 'Mavi' doğal sermaye (mangrovlar ve deniz balıkçılığı), bazı ülkeler için toplam servetin kritik bir parçasıdır. Ancak, balıkçılığın parasal değeri yüzde 83 oranında düştüğü için mavi doğal sermaye 1995'ten 2018'e yarı yarıya küçülmüştür. Balıkçılığın değerindeki düşüşün ana nedeni, “ülkeler ve özel sektör arasındaki balıkçılık faaliyetlerinin koordine edilememesi nedeniyle” balık stoklarının fiziksel olarak tükenmesidir.

Arazi hesaplarının (ormanlar, korunan alanlar ve tarım arazileri) toplam servetin büyük bir bileşeni olduğu düşük ve orta gelirli ülkelerde orman varlıkları azalırken, tarım arazisi varlıklar arttı. Kişi başına orman varlıkları (kereste artı ekosistem hizmetleri), nüfus artışı ve ormanlık alan kaybı nedeniyle 1995 ile 2018 arasında yüzde 8 azalırken, alan genişlemesi ve kilometre kare başına artan değer sayesinde kişi başına tarım arazisi varlığı (ekilebilir alan artı mera alanı) yüzde 9 arttı. Yani, endüstriyel tarım, doğal kaynakların yerini alıyor.

Banka 'beşeri sermayeyi' (Banka'nın gerçek kapitalist tarzda adlandırmak istediği gibi) bir kişinin yaşamı boyunca elde ettiği kazançların değeri olarak ölçüyor. Kendi hesabına çalışanlar, küresel beşeri sermayenin yüzde 13'ünü oluşturuyor, ancak tarım sektörü ve kayıt dışı istihdamın önemli olduğu birçok düşük gelirli ülkede bu oran çok daha yüksek. Yüksek gelirli ülkelerdeki daha yavaş yıllık ücret artışı (kabaca yüzde 1), işgücünün yaşlanmasıyla birlikte, küresel beşeri sermaye içindeki paylarını azaltıyor. Bunun yanında, Çin gibi bazı orta gelirli ülkelerdeki daha yüksek ücret artış oranları (yüzde 4'e kadar) onların göreli paylarını artırıyor.

Bununla birlikte, Dünya Bankası şunu itiraf ediyor: "COVID-19 pandemisinin tam ve uzun süreli etkileri hala bilinmemekle birlikte, ortaya çıkan ekonomik gerileme ve buna bağlı olarak gelişen işsizlik artışı ve kazançlardaki düşüş, özellikle düşük gelirli ülkelerde yoksulluğun azaltılması konusunda uzun vadeli ilerlemeyi şimdiden engelledi.” Bu süreçte, Sahra Altı Afrika ve Güney Asya, beşeri sermayelerinin yüzde 15 ve 7'sini kaybederek en büyük gerilemelere maruz kaldılar.

Dünya Bankası'nın "zenginlik" ölçüsünde büyük boşluklar var. Bu ölçü, biyolojik ekosistemlerde (örneğin ormanlar, topraklar ve okyanuslar) saklı zenginliğin bir parçası olarak karbon tutma veya ayırma hizmetlerinin değerini hesaba katmıyor. Fosil yakıtlardan çıkan karbonun sosyal maliyetini de hesaplamıyor.

Küresel olarak servet farklılıkları nasıl kapatılabilir ve büyüyen iklim değişikliği ve çevresel bozulma felaketi nasıl önlenebilir? Dünya Bankası bu soruyu geleneksel ana akım yaklaşımla yanıtlıyor. Pazar için meta üretiminin toplumdaki zenginliğin doğru bir yansıması olmadığını söyledikten sonra, bu çelişkiye piyasa çözümleri sunmaya devam ediyor. “İleriye dönük olarak, piyasa fiyatlarının karbondioksit emisyonlarının sosyal maliyetini ve doğa tarafından sağlanan küresel iklim düzenleme hizmetlerinin değerini açıkça yansıtması için -karbon vergileri ve ekosistem hizmetleri için ödemeler gibi- politika müdahalelerine acilen ihtiyaç duyulmaktadır.” Ayrıca özel sektörü politika uygulamasının finansman kaynağı olarak teşvik ediyor ve “ÇSY (Çevre, Sosyal, Yönetişim) alanındaki hususları yatırım tercihlerine dahil etme konusunda büyük ilerleme” kaydedildiğini savunuyor. 'Etik yatırımın' başarısızlığının kanıtları gün geçtikçe artıyorken bunun söylenmesi ironiktir.

Dünya Bankası durumu şöyle özetliyor: “Doğal ve beşeri sermaye bu nedenle refahımızın merkezinde yer alır, ancak bu varlıkların çok azı ulusal bilançolarda hesaba katılır ve bu nedenle politika yapıcılar için görünmez veya değersiz görünürler. Zenginliği düşündüğümüzde çoğumuzun aklına finansal varlıklar veya şirketler, bilgisayarlar ve arabalar gelir. Peki ya ormanlar, mangrovlar, su, balık veya temiz hava? Sağlıklı insanlar ve onların üretme kapasiteleri ne olacak? Ayrıca refahımızı yönetirken yaşadığımız zorluklar ulusal sınırları aştığında iş birliği yapabilecek miyiz?”