Umut dolu bir ‘Merhaba...’
26 Eylül 2013’te başladım “H’ECE”lemeye…İlk yazı evimdir Aydınlık… 2013-2015 yıllarına rastlar. Bayram sevinciyle dönüyorum evime… Cumartesi günleri “H’ECE” adlı köşemde sizlerleyim.
Bu sabah, Zülfü Livaneli, iç açıcı(!) haberlerden hemen sonra “Zor Yıllar” diyerek meşakkatli yılların sesiyle doldu odama… “Acılardan bir türkü düşünce yüreğime…”
Ölen yiğitlerin arkasından söylediğimiz Anadolu kadar bizim olan şarkılarımız vardır. Kulağıma dolunca notalar; her söz, her cümle küçük küçük ısırıklarla didiklemeye başladı ruhumu… Ne yazık ki dönüşüm geçirenlerle davalı yıllardayız. O döneme damgasını vurmuş şarkılarımız dillerde, gönüllerdeydi. Bilemezdik geçen süreç içinde şarkıların kadim, ama dönemle birlikte şarkıcıların da değişebilir olduklarını... Artık Nazım Hikmet plajda okunuyor! Yeni dünyada yapay zekâlarla gerçek, sahte ayrımı ortadan kalkıyor. Cehalet firar etmiş, arkasından bütün millet koşuyor. Distopya, ütopya sanılıyor. Wells, Huxley, Zamyatin bugün yaşasalardı ne yazarlardı acaba? Her yıl, bahar çiçekleri gibi dirilmeye çalışsak da memleket sevgisi ile büyütülen 68 kuşağının ürünü bizleri, bu zalim silsile çok yoruyor. Öyle ya, toplumlar, kendilerinden önce yaşamış insanların değerlerini içlerinde saklar. Kafam karışıyor. “Sizler miydiniz bizler mi yorgun düşen kuşaklar…”
Ülkemde hiç bitmiyor ölümler. Şehit cenazeleri, bir bir sıralanıyor soğuk cami avlularında… Ölüm sıradanlaşırken varlığımız da bir anlamda sıradan oluyor. Sanki farkları varmış gibi kısaltılmış örgüt adları birbirine karışıyor. Utanıyorsunuz insan olmaktan! Dünyada yoksullukla harmanlanmış delilik, travmayla kardeş olmuş geziyor. Saçlarından çocuklarının kol bacak parçalarını toplayan annelerin yasları bitmek bilmiyor. O kadar kolay olmuyor bebekler ölürken Mario Luzi gibi “Yaşamak bize kalandır hâlâ” deyip devam etmek. “Silinmeyen izler, izler gibi…”
Bilimden, sanattan uzaklaşan bu ülke tüketim çılgınlığı ile sarhoş olmuş, iktidar bağımlısı, kibirli insanlar üretiyor. Küçücük çıkarlar uğruna işlenen akıl almaz günahlar… Tarikatlar, her köşe başında çocuklarımıza pusu kurmuş bekliyor. Cezadan azade kadın cinayetleri, bitmeyen sokak vandalizmi can yakıyor. “Kuşkuyla gözlediğin ölüm dolu sokaklar…”
Sanal bir kısır döngünün içinde ne kadar insan olduğunu kanıtlamaya çalışan akla ziyan bir güruh kol geziyor. Direnmeye, aydınlığa dair her söz, her gün değişen teknolojik bir yapının içinde paylaşıldığı anda yitiriyor değerini… Devletler, artık sosyal ağlarda silahlanıyor. Birlik beraberlik çağrıları, küçük bir mesaj olarak ekranda sabitlenip öylece kalıyor. “Birbirini gözler gibi, zor, zor yıllar…”
Uzun yaşamak için kış uykusuna yatanlar delirtiyor insanı. Orwell’in “Hayvan Çiftliği” nin Benjamin’i gibi ara sıra bir gözünü açıp az konuşanlar ya da hiç konuşmayanlar… Seligman’ın “Öğretilmiş Çaresizlik” teorisinde “Kişi, yaptığı bir şeyin fark yaratamayacağına inanırsa çaresizliği, hiçbir şey yapmamayı öğrenecektir.” der. Ben ne yapabilirim ki?” diyenlerin sayısı her geçen gün artıyor. “Sığınaklar aramak kederli şarkılarda…”
Belki cahillikten ya da kültür yoksunluğundan, dolayısıyla güven duygusunun yitiminden, toplumsal komplekslerden… Belki girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanmasından, sıradan işlerin ödüllendirilmesinden, üretememekten, hak edilmeyen kazançlarla yaşamaktan… Belki tembellikten ya da bağlı olunan klandan, partiden, dernekten v.b. kopamamaktan… İlk yazıda fazla mı yükleniyorum? Aslında kendimle derdim! Şarkı devam ediyor. “Uykusuz gecelerde sarıveren kaygılar…”
Erdem, dürüstlük masal gibi dillerde… “Öteki” olan aydın(!) oluyor. Hesaplar yapılıyor. İnsan olmak mı? Zor geçen yıllar, git gide geçmez oluyor. “İnsanlar kötüydü, kitaplara sığındım.” diyen Cemil Meriç gibi bizi kitaplar da kurtarmıyor. 94 yaşındaki Suriyeli şair Adonis uzaklardan “Bizi edebiyat, şiir kurtaracaktır.” diye umutla haykırıyor. İnanmak istiyorum. “Eksildi ömrümüzden umut dolu o yıllar…”
Tüm bunların dışına çıkmayı deneyin hele.! Yeni yeni kıpırdanmaya başlamışsanız “farklı,” “sıradışı,” “heyecanlı;” biraz daha ileriye gitmişseniz “aykırı,” “huzur bozucu” hatta “sinirli” gibi sıfatlarla nitelendiriliyorsunuz. Samimiyetsiz sözlerle ayrışmalar başlıyor. Silkelenip kendinize gelemiyorsunuz. Git gide yalnızlaştırılıyor, yalnızlaşıyorsunuz. “Biraz daha yitip gitmek yıpranan dostluklarda…”
Nasıl mı olacak? Pes mi edeceğiz? Haklısınız, çoğumuz sıradan. Ama bazılarımız gayya çukuruna düştükten sonra hem kendini yaratmayı bilir hem de mucizesini toprağa, insanın önüne sererek önce içinde yaşadığı küçük çevreyi sessiz sedasız, ardından gürültülü bir hamle ile ülkesini tekrar inşa etmeyi bilir. Daha önce yapmadık mı?
Bizler, kitapların kapaklarını umutla kapatır, yüreğimizi yakan müziği içimize gömer; kapıları, pencereleri açar, kepenkleri sökeriz. Karşınızda dimdik durur, susmayız. Yıllar, işte o zaman bu ülkenin köklü değerleriyle uğraşanlara “zor” geçer.
10 yıl sonra Halikarnas Balıkçısı gibi yelkenlerimizi umutla dolduran rüzgârın huzuruyla bir “merhabaaa…”