Umut yok, mücadele var

İlk “Mad Max” filmi 1979 yılında George Miller’ın yönetmenliğinde görece düşük bir bütçeyle (400 bin dolar) çekilip milyonlarca dolar kâr etmiş ve Avustralya sinemasını sanatsal anlamda değilse bile popüler boyutta dünyaya tanıtan yapım olarak kabul görmüştü. İçerdiği yoğun şiddet nedeniyle pek çok ülkede sansürle karşılaşan ve bazı sahneleri çıkartılarak gösterilen film, tipik bir “kıyamet sonrası” (post-apokaliptik) öykü sunuyor, kendi kendini yok eden çürümüş bir dünyada motosiklet çeteleriyle mücadele eden bir polisin intikam serüvenini anlatıyordu. Mel Gibson’ın canlandırdığı bu çılgın polis, zorbalığın egemen olduğu dünyamızda düzeni bir ölçüde korumaya çalışıyor, bilimkurgu-western atmosferinde, karamsar ve yılgın ruh haliyle umutsuzca çatışıyordu.

1981 ve 1985’te devam filmleri de çekildi, Amerikalılar da işe dahil oldu, zincir uzatıldı ve George Miller seriyi bugünlere kadar getirmeyi başardı. Diğer ülkelerle birlikte Türkiye’de de bugün gösterime giren “Furiosa: A Mad Max Saga”, 2015’te izlediğimiz “Mad Max: Fury Road”ın öncesine, o filmde tanıdığımız Furiosa karakterinin çocukluk ve gençlik dönemine götürüyor seyirciyi ve çok iyi bildiğimiz çöl ortamının ortasına bırakıyor. Karamsar bilimkurgunun toplumsal çöküş ve kültürel çürümeye ayna tuttuğu, “hiç umut yok ama mücadele var” anlayışının “Hızlı ve Öfkeli” filmlerini çağrıştıran dur durak bilmeyen bir tempoyla arzı endam ettiği, hiç de yaşamak istemeyeceğimiz bir geleceği işaretleyen yeni bir serüven var karşımızda.

GELECEKTEN BİR ŞEY BEKLEMEYİN

148 dakikalık filmin yaklaşık üçte biri bolluk ülkesi Yeşil Ülke’de barışçıl halkıyla birlikte yaşarken, tam da ağaçtan kırmızı bir elma koparmışken kaçırılan Furiosa’nın çocukluğunda geçiyor. Kızını kurtarmak için çölde takibe başlayan annesinin öldürülmesi ve savaş lordu Dementus liderliğindeki kalabalık motosiklet ordusunun elinde oradan oraya savrulup bir savaşçıya dönüşme evresi, öykünün geri kalanını oluşturuyor. İleri teknoloji eseri olan ama düşük, kirli paslı, sefil bir yaşamın sürdüğü kalelerdeki mücadeleler, amansız takipler, yol savaşları, geleceği olduğu kadar bugünü de imleyen yaşamsal kaynakların güç sahiplerinin elinde olduğu çürümüş dünyalar, bir önceki filmdeki kadar olmasa da vurucu bir müzik eşliğinde resmediliyor. O bildiğimiz Mad Max’in olmadığı, yabancıların “spin-off” dediği, bir yan karakterden ana kahraman yaratmanın örneğini sergileyen George Miller, gelecekteki dünyadan hiçbir şey beklemeyin diyor bir kez daha.

ERKEK EGEMENLİĞİNDEN KADIN AĞIRLIĞINA

Bu son film, bir önceki filmden devraldığı “Mad Max” evrenini genişletmeyi sürdürüyor sürdürmesine de aynı zamanda karmaşıklaştırıyor da. Kendi adıma bazı sahnelerde kimin iyi kimin kötü olduğunu ve yırtık pırtık kostümlü eciş bücüş karakterleri birbirinden ayırmakta zorlandığımı itiraf edeyim. Kahramanlar ve karakterler açısından aradan geçen 45 yılda, 1979’daki hareket noktasından çok başka yerlere varan, “Fury Road”dan itibaren erkek egemen öyküye kadın ağırlıklı bir boyut kazandıran Miller, çöl tozu ve kan dolu bu serüvene en küçük bir şefkat duygusu katmamakta ise çok kararlı görünüyor.

Çorak Topraklar’da Yeşil Ülke’nin yolunu bulmaya ve bu bolluk ülkesinin kötü adamlar tarafından bulunmasını engellemeye çalışan sessiz Furiosa’nın iki dönemini canlandıran Alyla Browne ve Anya Taylor Joy, çizgi roman kahramanları gibi parlarken, başlıca kötü adam rolündeki Chris Hemsworth ise oldukça sırıtıyor. Kısacası “Furiosa: A Mad Max Saga”, serinin iflah olmaz tutkunlarında uyandıracağı heyecan dışında, “Mad Max” dünyasını ayakta tutsa da büyük beğeni toplayıp yoğun ilgi göreceğe benzemiyor.

Günümüz dünyası yeterince karamsarlık yayıyorken bir de gelecek dünyadan umutsuzluğa kapılmaya, “destansı” bir umutsuzluk yolculuğuna çıkmaya ne gerek var?