Umutlanış becerisi

“Umut, vazgeçmek zorunda olmadığınız

bir kabiliyet, gözden çıkarmanız

gerekmeyen

bir güçtür.”

Rebecca Solnit

-Leandros’a, aramıza hoş geldin.

“Kendime varamıyorum,” diyordu dostum. O buruk, ezgin sözlerinden sonra şunları da söylüyordu; “biliyorum yapacaklarımı, ama gel gör ki bir adım öteye gidecek hevesim kalmadı!”

Kendi adasında resim yapar, sergiler açar, kapandığı yerde adanırcasına çalışırdı. Dışarıdan onu görüp, “çılgınca biri” diye nitelendirebilirdiniz! Oysa, bilirdim ki ondaki yaratma heyecanı coşkusuydu bu. Hayatın içinde olmak, insana/bir yere/bir duyguya düşünceye gitmek duygusu öylesine baskındı ki; her ân rüzgârlarda sanırdınız onu.

Şimdi buruktu, ezgindi.

Çok da insanların virüs, pandemi, kapanıp kalma telaşlarını; yerli yersiz söz edişlerini umursamıyordu. Hatta öyle ki, bazen o derin ironisiyle; “insanlar önce ruhlarındaki virüsü görüp onunla uğraşsalar ya,” derdi.

Yalan da değildi!

Semtimizin Karadenizli fırıncısıyla bir ara söze durmuştuk bu “yasaklı günler”de. Günlerdir mahzundu, kaygılıydı. Konuştuğumuzda, arada bir fısıltıyla, “hiç de iyiye gitmiyoruz,” derken; işlerin, ticaretin, hayatlarını günübirlik kazanan insanların endişeleri sanki omuzlarıymış gibi sözler ederdi.

Haksız da değildi!

Dostum da bunları bilirdi. İnsan canlısıydı, bir de mekânların yerlerin simyacısı. Çoğu duvarda fırçasının izleri vardı.

Onun elinden alınan “özgürlük”ün ne olduğunu bilmezmişim gibi konuşuyorum şimdi sizinle!

Masama günün her ânının ışığını düşüren penceremden dünyanın seyrine çıkarım ben de! Ötemde kuş sesleri, ağaçların hışırtısı, efil efil esen rüzgâr… Bir öykünün içinde gezinmiyorum, gerçekten de Alemdağ’da, bir ormanın kıyısında oturuyorum.

Her sabah Reşadiye Köyü’nün yolu tuttuğum yollarda yılan izleri görme mevsimindeyiz tam da. Ama ben de “yasaklı”yım oraları adımlamak için. Gene de her sabah perdeyi aralayıp yüzümü bakışlarımı ormana döndüğümde yolculuğumu başlıyor… O uzayıp giden yolların da ötesine geçiyorum. Irmakları aşıp denizlere varıyorum. Bir kıyıdan diğerine varıp bir bahçe kuruyorum kendime. Kuşlarla kanat kanadayım. Umutlu, sevinçli haberler bekliyorum kıyının beri yakasından. Enseme vuran günışığının aydınlığında Carlo Levi’nin İsa Bu Köye Uğramadı romanını kim bilir kaçıncı kez okuyorum dayanamayıp notlar alıyorum. Italo Calvino’nun ettiği sözleri bu kez defterime yazıyorum:

“Levi’nin eserinin çıkış noktası, İsa Bu Köye Uğramadı’nın ana karakteri olan kendini tarihe adamış adamın Güney’in ortasındaki sihirli, büyülü yerde kendini bulması ve daha ve daha karmaşık, daha basit gibi aynı zamandaki karşıtlıklardır. Carlo Levi’nin söylemi bu çekirdekten başlar. Bu dünya ile tarih arasındaki geçiş noktalarını, düğümleri saptamaya çalışarak…”

İçimizdeki, yaşamda karşılaştığımız düğümleri çözmek için umut ve adanış gerek bize.

Dostuma bunu ben de fısıldarcasına söyledim. Ona, okuduğum bu kitabı değil ama; elimden nicedir hiç mi hiç düşürmediğim Toprağımdan Yeryüzüne’yi okumasını önerdim.

Okurken, eminim ki şu cümlenin altını o da çizecek, umutlanış becerisine kendini verip resminin ve hayatının başına geçecek:

“Hayatım boyunca beni takip eden farklı ışıkları görmeyi ve sevmeyi burada öğrendim. Yağmurlu mevsimde fırtına toplanırken, ki fırtınalar burada olağanüstüdür, gökyüzü bulutlarla dolu olur… Işığın deldiği yüklü bulutların görüntüleriyle büyüdüm. Bu ışıklar benim fotoğraflarıma da girdi. Aslında ben fotoğraflarımı çekmeden çok önce fotoğraflarımın içindeyim.” (Sebastião Salgado)

Aramıza yeni katılan sevgili torunum Leandros’un yüzünün aydınlığı bana bu umudun her dem taze tutulması gerektiğini hatırlattı sevgili okurum.