'Umutsuzluk sanatı'nın son filmi; Nelyubov’
Rusça adı “Nelyubov’ ”... Sonundaki 'v' harfi apostrof ile birlikte yazılmalıymış. Çünkü Türkçe’de, tıpkı ‘ğ’ sesinin diğer dillerde olmaması gibi, bu sesin de bizim alfabemizde karşılığı yok. (Duyduğum kadarıyla sanki e harfini de i'ye yakın okursanız, biraz daha doğru fonetiğe yaklaşıyor gibisiniz.)
Ünlü Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in, 26 Ocak’ta Türkiye’de de gösterime giren, son filminden söz ediyoruz. Filmin orijinal ismine böyle takıldık çünkü;
Kelimenin kökeni, Rusça, “ylubov”, yani 'aşk'sözcüğünden geliyor. Bir Rus arkadaşımız Nelyubov’un en yakın Türkçe karşılığını, “aşk eksikliği” diye tanımlayabileceğimizi söylüyor. Ama bu şekilde de Rusça’daki anlamıyla, o güçlü ‘tek kelime’ derinliğinden yoksunmuş.
Bununla birlikte, ilk kez geçen yıl, 70.’inci Cannes Film Festivali'ne katılırken, Fransızca “Faute D’mour”, yani “Aşk Hatası” diyebileceğimiz bir çeviri ile yarışmaya girmiş. Sonrasında İngilizce’ye “Loveless” (aşksız) olarak çevrilmiş. Türkçe’de ise “Sevgisiz” adıyla karşımızda…
Takıldığımız nokta bunlar değil. Nasıl olup da, aşka en güzel sözlerle türküler yakılmış bu coğrafyada, bu duygunun ‘yoksunluğunun’ da en az kendisi kadar güçlü ters güdüsü olabileceğine ilişkin, bir ‘tek kelime’ tarifi geliştirilmemiş olması…
Yoksa sevgisiz kelimesi, filme yeterince oturmuyor diye değil. Aksine, içeriği gerçekten insanda ‘sevgisizlik fobisi’ yaratacak kadar soğuk bir hoşgörüsüzlük, empati yoksunluğu, duyarsızlık ve kayıtsızlık eleştirisiyle dolu. Filmde bütün bunlar, her ikisi de yeni sevgililer edinmiş, boşanma aşamasındaki bir çiftin, 12 yaşındaki erkek çocuklarının kaybolması konusu üzerinden işleniyor. Fakat filmi anlatmaya başlamadan önce, hakkında öne çıkan haberlere bir göz atmalıyız…
***
Nelyubov’, daha ilk gösteriminin yapıldığı 2017 Cannes Film Festivali’nde, Jüri özel ödülü'nün sahibi olmuştu; ardından 35. Münih Film Festivali'nde ARRI/Osram CineMasters ödülünü almıştı.
Geçtiğimiz hafta ise Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nce açıklanan Yabancı Dilde En İyi Film dalında, Oscar ödülü için yarışacak, ilk beş film sıralamasına girdi. Böylece daha önce 2015’te de “Leviathan” filmiyle aynı basamakları zorlayan fakat ödülü alamayan Zvyagintsev, şimdi bu film ile bir şansa daha sahip.
***
Filmin yönetmeni Andrey Zvyagintsev ismi de filmden önce, başlı başına bir parantez konusu. Aynı zamanda yazar ve senarist olan 53 yaşındaki yönetmenin, son 15 yılda Rus sinemasına damgasını vuran filmlerinin her biri, ulusal ve uluslararası çapta, çok sayıda büyük ödüllerle öne çıktı.
Daha ilk filmi, “Dönüş”, 2003’te Venedik Film Festivali’nden Altın Arslan ödülü ile dönmüştü. “Sürgün”, 2007’de Cannes’te “En iyi erkek oyuncu” ödülünü aldı. “Elena” 2011’de kendi ülkesinde Nika ve Altın Kartal’da pek çok ödül; Cannes’te ise “Belirli Bir bakış” ve "Jüri Özel Ödülü" kazandı.
En çok konuşulan filmi ise 2014’de yapımı “Leviathan” oldu. Gerek kendi ülkesinde gerekse uluslararası alanda 12 büyük ödülü var. Avrupa’da Cannes’te “En iyi Senaryo ödülü” kazandı. (Ki ödülü kazanan senarist Oleg Negin, şimdi konumuz olan Nelyubov’un da senaristi. Bir diğer senarist ise yönetmenin kendisi.)
“Rusya’nın barışamadığı film” olarak da anılan Leviathan, Amerika’da Altın Küre ödülünü alırken, az önce belirttiğimiz gibi Oscar’ın da elemelerinde ilk 5 adayından biri oldu. (Kazanamadı, ödülün sahibi “İda” filmi ile Pawel Pawlikowski.)
Filmlerinde, Rus toplumunun bireyleri üzerinden, “Rus devleti eleştirileri” yapmasıyla tanınan yönetmen, daha önce buna ilişkin bir soruyu, kendisinin olsa olsa ancak “kralın soytarısı” olabileceği şeklinde yanıtlamasıyla dikkat çekmişti. Ona göre “akıllı bir devlet adamı, soytarılarının eleştirilerine ancak kulak kabartmalıydı”.
Nelyubov’, şimdi bu başarı öyküsünün sonunda yönetmenin 5’inci uzun metrajlı filmi. Bir Rus ailesinin dramı üzerinden, “Rusya Federasyonu eleştirisi"i, bu filmde ne ölçüde ve ne yönde yapıp yapmadığını, daha çok filmin sonundaki göndermelerde anlıyoruz. Bu yüzden daha fazla ayrıntı vermek, ‘filmin sonunu da söylemek’ sevimsizliği olacağından; burada ilerleyen yazımızda ancak belirli ipuçları bulabileceğinizi söyleyelim…
***
Kimi ünlü sinema eleştirmenlerince, Rus edebiyatının Dostoyevski’si ve Rus sinemasının Tarkovsky’sinin “mirasçısı” olabileceği övgülerine mazhar olan Zvyagintsev’un, gerçekten de Nelyubov’da, soğuk; ağır ve kasvetli Rus edebiyatı havasını, bir kez daha sinema perdesinden göstermeye çalıştığını düşünmek mümkün.
Diğer yandan, filmin konusunun “kaybolan çocuk”, “ebeveynden miras alınan kötülük” ve “mutsuz evlilik” gibi sinemada daha önce de çok kez işlenmiş konuları ele almasından (yönetmenin kendisi de bazı örnek filmlere benzetilebileceğini söylemekte zaten...) ve “kötü sevişme sahneleri”nin gereksizliğinden dem vuran bazı eleştirmenlerin ise o kadar da beğenisini alabilmiş görünmüyor.
Toplam bir değerlendirme ile bakacak olursak, yönetmenin Nelyubov’ ile yalnızca Rus toplumunda değil, evrensel ölçüde zemin bulabilecek; bir modern yaşam eleştirisi getirmeye çalıştığı, herkesin hemfikir olabileceği bir paydadır denilebilir.
Bununla birlikte, aynı zamanda, gerçeklerin daima ‘soğuk’ ve ‘kötü’ olduğu; hayatın, hayal kırıklıklarından ibaret ve ulaşılan hayallerin dahi, aslında bir yanılsama olduğuna ilişkin umutsuzlukla dolu bir film...
***
Son sürece bakıldığında, umutsuzluk içeren filmlerin, neredeyse sinema dünyasında, başarı merdivenlerini, daha hızlı çıktığı yönünde sabit seyreden bir kanı oluşmaya başladı.
Bunu, ‘gerçekçilik’ üzerine belli başarılar ortaya koyabilen filmlerde, gerçekçilik adına umudu da yok eden ‘umutsuzluk sanatı’ diye tanımlayabileceğimiz bir derinlikte işlenmeye başlandığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda bu tür filmler, perde arkasında politik amaçlı çatışmaların bilinçaltı göndermelerine bu yönleriyle daha açık durmaktalar...
Oysa sinemadan bin yıllar öncesine dayanan tiyatronun, geleneksel olarak daima ‘umut’la bitirilmeye çalışılması, insanlık tarihinin deneyimlerinden süzülmüş bir öğretiydi ve boşuna değildi.
Birilerinin, bunu sinemada da topluca uyulan bir amaca dönüştürebilmesini; insanların, karamsarlık ve mutsuzluklarında daha da boğulmalarına, korkuya kapılıp daha da yalnızlaşmalarının önlenmesine ve her zaman umudun olduğu bir dünya içinde yaşadığımızı hatırlatmasını iple çekiyoruz. (Türkiye için haksızlık etmeyelim, Cem Yılmaz’ın Arif V 216 filmi, kendince buna bir güzellemeydi…)
***
Buna karşılık, denebilir ki film, bize mevcudun ‘kötülüğünü’ göstermeye çalışarak; aslında ‘iyiliğin’ kıymetini anımsatmakta… Nitekim yönetmenin, basın açıklamalarında, “Filmden sonra herkesin gidip sevdiklerine sarılmaları için bu filmi yaptık” sözleri de buna işaret eden ‘iyi niyet’in mesajları olsun…
Ancak maalesef kasvet ve karamsarlık içinde ilerleyen öykünün sonunda da bir tekrara dönüşebileceği fobisine kapı aralaması; seyirciyi bir gün kendi hayatlarının da avuçlarından kayıp gidebilecek bir kurgu içinde olabileceği kaygısına sevk etmekte. (Ki böyle bir kaygının, insanın 'tutunma' ve 'gerçeklik' bağlarıyla arasını açabilecek denli tehlikeli sulara açılabileceğini de söyleyebilir miyiz?... )
Film içerisinde, sizi bekleyen bir sürpriz bulmaca da Rusya ve Ukrayna çatışmasına ilişkin, sembolik göndermelerde yatıyor. Bunun için size verebileceğimiz tek ipucu ise karakterler ve yansıttıkları duygular ile, beraberlerinde bu iki ülkeye ilişkin görsel ve işitsel betimlemelere dikkat etmeniz…
***
Hikayeden, en başta biraz söz etmiştik. Anlamakta zorlanacağınız karmaşık bir örüntü yok. Boşanma sonrası çocuklarının kimde kalacağını tartışan çift, onun ortadan kaybolduğunu bile fark edemeyecek kadar, kendileri ve yeni sevgilileriyle meşguller. Fark edildiğinde ise film çocuğu aramaya odaklanacak ve anne babayı, bu süreçte dünyanın “daha soğuk gerçekleri”yle tanıştıracaktır.
Doğrusu, çocuğuna karşı, neredeyse kendi mutsuzluğundan onu sorumlu tutan, bıkkın ve ilgisiz; kocasına karşı ise nefret dolu ve adeta her ağzını açışında zehirli sözler saçan “Zhenya” rolündeki Maryana Spivak’ın, bu filmdeki oyunculuğunun hakkını teslim etmek gerek. 1985 doğumlu Spivak, Cannes’te geçen yıl, bu roldeki başarısı ile en iyi kadın oyuncu ödülünün adayları arasına girmişti. (Ödülü ise “Paramparça”daki rolü ile Diane Kruger kazanmıştı.)
Yönetmenin “kadınlardan nefret ettiği” söylencelerine de yol açabilecek denli kötü bir profil çizdiği Zhenya’nın, filmin bir yerinde sevgilisine söylediği “Sence bir canavar mıyım?” sorusuna aldığı yanıt, “Elbette, ama harkulade güzel bir canavar…” olacaktır.
Gerçekten de film boyunca, Rus toplumunda kadınların temsil ettiği güzellik, Zhenya’nın ‘soğuk’ güzelliği ile birlikte, pek çok güzel kadınla daha gözler önüne seriliyor.
Ancak bu güzel kadınların sürekli ‘selfie’ çekimleriyle alakadar olmaları, telefonlarını ellerinden düşürmemeleri, daima güzelliklerini ya da yiyip içtikleriyle yaşamlarını tescilletmeye dönük bir çaba içinde olmaları; işte filmin tüm dünyada ortak paydalar bulabileceği, ‘modernizm eleştirisinin’ ara sahnelerindeki anekdotlarını oluşturuyor.
Zhenya’yı yalnız bir yerde çok iyi anlayabiliyoruz; kendi kendine düşünüp “Sadece ben de mutlu olmak istiyorum” dediğinde... Ancak o zaman onun öfkesinin ardındaki temel dürtünün de insani olduğunu görebiliyoruz.
***
Zhenya’nın, baskın karakteri karşısında gölgede kalan basiretsiz baba, “Boris” rolünü ise Alexey Rozin canlandırıyor. (39 yaşındaki Rozin, yönetmenin değişmez oyuncusu. Leviathan ve Elena filmlerinin de o vardı.)
Zhenya’nın sataşmaları karşısında 'zavallı'ama daha duyarlı Boris’in de hamile genç bir sevgilisi var ama en büyük sorunu bu değil; boşandığının duyulması halinde, aile düzenine karşı mutaassıp patronlarının, kendisini işten atma korkusu, onu pasifize eden temel korku duygusu…
Matvey Novikov ise işte filmin konusunun üzerine kurulduğu, 12 yaşındaki çocuk, Alyosha’nın yüzü. Alyosha adı, kimilerine göre tesadüfi olmaktan öte, Rus edebiyatının masum çocuğu olmasıyla dikkat çekiyor. (Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin en küçüğünün adı Alyosha’dır. Alyosha karakterinin eserde “Rus ülküsünü” temsil ettiği belirtilmekte…)
Alyosha, anne ve babasının, kendisi hakkındaki ağır tartışmalarını duyduğunda, gözyaşlarını sessizlik içinde içine akıtırken, insanın yüreğini yakalayan en can alıcı sahnelerin de böylece başlıca kahramanı oluyor.
Zhenya’nın, tüm mutsuzluklarının derin temelinden sorumlu tuttuu annesi ise filmin ikinci en güçlü yardımcı karakter oyuncusunu ortaya çıkarıyor. Natalya Potapova’nın canlandırdığı anne rolü, hafızalarda yer edecek türden bir anne-kız tartışmasının içinde, kendini buluyor. Kızına göre, doğruları yakıp-yıkarak söyleyen anne, "Şeytan ile Tanrı arasında bir yerde" duruyor…
Örneğin anne karakterinin, ulaşılması zor, üst üste kapalı kapılar ardında yalnız, köhne ve karanlık bir evde görüntülenmesi ise sanıyoruz biraz da Cannes’te bu film ile En İyi Görüntü Yönetmeni ödülü de alan Mikhail Krichman’ın yaklaşımlarıyla ilgili.
Annenin, oğlunu arayan kızını yanından bağırıp çağırarak uzaklaştırdıktan sonra hissettiği pişmanlığı, seyirciye hiç abartıya gerek kalmadan sadece yüzünden okutabildiği sahne, örneğin filme atıfta bulunulan "Rus edebiyatının mirası"ndaki uzantılara bir küçük örnek oluşturabilir diyebiliriz.
***
Ama tüm bunların dışında, asıl olarak değinmemiz gereken, yönetmene göre, filmin çıkış noktasını oluşturan gönüllü kuruluş… Yani, Rusya’da sayıları her yıl binleri aştığı ifade edilen kayıp çocuklar için, 2010 yılında “Liza Alerte” adıyla kurulan, gönüllü arama ve kurtarma ekibi.
Gerçekten de anne babanın, bu gönüllülere başvurmaları ile birlikte, filmin kısmen, bu tür kayıplarda uygulana gelen prosedürleri öğrendiğimiz bir belgesele dönüşmesini izliyoruz.
Ama aramaların, sokaklarda; Komünizm döneminden kalma terk edilmiş boş fabrikalarda, ya da yüksek katlı apartmanların boşluklarında, daima bir disiplin içinde yapıldığını her gördüğümüzde; Alyosha’ya ilişkin bir ipucu ümidini koruyabiliyoruz.
Böyle düşünmemizi sağlayan bir diğer etmen de aramalara eşlik eden ve sanki birazdan çocuk bulunduğunda biteceği düşünülen, acil siren seslerine benzeyen film müzikleri. Daha önce “En İyi Besteci” dalında, Avrupa Film Ödülü’nün de sahipleri olan Evgueni Galperine ve Sacha Galperine’nin bestelediği müzikler, filmin büyük bölümünde kendisini hissettiriyor.
Gönüllü arama kuruluşunun soğukkanlı “koordinatör”ünü Aleksey Fateev canlandırıyor. Koordinatörün, çocuğun nerede olabileceğine dair ipuçları aramak için anne babaya yönelttiği sorular, ebeveynlerin, çocuklarına karşı ne kadar ilgisiz ve sevgisiz olduğunu gözler önüne seren, kayda değer sahnelerden biri.
Aklımıza gelen soru… Acaba bu ‘sorgucu’ rolüne filmde anne babanın hezeyanlarından veya gereksiz cinsel yaşamlarından arta kalan zamanda, daha fazla yer verilebilmiş olsaydı; insanlık adına uğraşan bu gönüllü kuruluşun yaptığı işe, seyirci de daha fazla odaklanabilir ve film böylece daha fazla umut taşır mıydı?...
Sevgisiz’in, IMDb’de puanı, halen 10 üzerinden 7,9. Leviathan’ın bile 7,6 göründüğü bu listelemenin, Oscar’a kadar ya da ondan sonra da değişip değişmeyeceğini de zamanla göreceğiz.