Üniversite politikasızlığı ve insan kaynağımız
Türkiye’de siyaset kurumuna hâkim olan üniversite politikasının, evrensel anlamda üniversitenin yerine getirmesi beklenen işlevlerle pek ilgisi yok. Bilim siyaseti değil, siyaset bilimi yönetiyor. Üniversite, bilim üretiminin kurumsallaşmış hali olmasına rağmen siyasetin gündelik ihtiyaçları doğrultusunda örgütleniyor. 1992’de hızlanan, günümüzde de sürdürülen taşraya yayılmış üniversiteleşme hareketi, hükümetlerin seçmen taleplerine kısa vadeli cevap üretmeleri için bir araç olarak kullanılıyor.
Sorunun bir tarafında, iş bulabilme umutlarını üniversite öğrenimi sonrasına ertelemek zorunda kalmış, istihdam bekleyen milyonlarca genç seçmen bulunuyor. Ebeveynleri ve yakınları ile birlikte, hiçbir hükümetin seyirci kalamayacağı altı-yedi milyonluk bir kamuoyu, gençlerin üniversite öğrenim şansına erişmesi yönünde hükümetleri baskılıyor.
Diğer tarafta üretimden kopmuş bir borçlanma ekonomisi gerçeği var. KİT’lerin tasfiyesiyle bölgeler arası denge bozulmuş. Birkaç büyük kente yönelmiş yoğun iç göç karşısında yerel esnaf ve tüccar yoksullaşıyor. Siyaset kurumu üzerinde ekonomik kaynak talebi ile baskı oluşturuyor.
Bulunan çözüm, her ile en az bir veya daha fazla üniversite açarak günü kurtarmaktır.
Üretimden kopartılmış bir ekonomik düzende KİT’lerin boşalttığı alan, üniversite adını taşıyan yeni kamu kuruluşlarına doldurtuluyor. Bu “politika” kısa vadede bir taşla birkaç kuş vurmayı sağlıyor. Aileler, çocuklarının yakın gelecekte masa başı işlerde dolgun ücretlerle çalışabileceğini ümit ederek memnun oluyorlar. Esnaf, ortaya çıkan öğrenci ekonomisinden para kazandığı için memnun oluyor. En çok hükümetler memnun oluyor. Kamuoyu baskısı hafifletiliyor, genç işsizliği birkaç yıllığına öteleniyor, gün kurtarılıyor. Oluşan toplumsal basınç tahliye ediliyor.
Gençlerle ilgili olarak iki yönlü bir sorun var. Birincisi kazandığı üniversitenin kütüphanesi, sosyal imkânları, hocası, fizik altyapısı yetersiz. Bir bilim iklimi, bireyi kendisini geliştirmeye teşvik eden bir ortamı yok. Böyle bir ortamda üniversite kazanmış olmak beklenen iş bulma avantajını yaratmaya yetmiyor. Ancak meselenin ikinci yönü en az bunun kadar önemli. Öğrencilerin çoğunluğunu “öğrenmek istemeyenler” oluşturuyor. Üniversite kazanmak, iş bulmanın asgari şartı haline geldiği için, hangi bölümün kazanıldığından çok bizatihi “üniversite okumak” hedef oluyor. Kazandığı bölümün vereceği uzmanlık bilgisiyle ilgilenmeyen, kendi yetenekleriyle gelecek planları arasında rasyonel bir ilişki kur(a)mayan genç sayısı çok fazla. Bu durum, ulusal ekonomi ve işgücü planlaması bakımından kabul edilemez bir insan kaynağı israfı anlamına geliyor.
İlginç olan nokta, son yıllarda yüksek lisans öğrenimine olan talebin artışı. Öğrencilerin ezici çoğunluğu üniversiteye akademik ilgilerle gelmedikleri için, lisansüstü öğrenime olan talebin de düşük kalması beklenirken tersi oluyor. Bunun nedeni bilime ve uzmanlaşmaya duyulan merakın yükselişi değil. İş bulmakta dört yıllık lisans öğrenimi de işe yaramayınca, gençler okul sonrası dönemi lisansüstü ile uzatarak hayatı ertelemeye çalışıyorlar. Hükümetlerin günü kurtardığı yerde, gençler de kendi günlerini kurtarmaya çalışıyorlar.
Üniversiteleşme hareketinin ‘demokratikleşme’ olarak adlandırılabilecek olumlu bir yönü var. Normal şartlar altında hoca veya öğrenci olamayacak olan insanlar için yeni statü imkânları doğmuş oluyor, üniversite toplumun alt tabakalarına iniyor. Okullaşma artıyor, niceliğin artışı niteliğin artışı için imkân yaratıyor. Öte yandan her yere açılan ve saçılan üniversite tabelalı kamu kurumlarının evrensel üniversite ölçütlerine yaklaşabilmeleri kurumsallaşmalarına bağlı. O ise bir zaman meselesi. Ama Türkiye’de hükümetlerin uzun vadeli planlarla uğraşmaya, bir bilim ve insan kaynağı planlaması yapıp, bir milli siyaset olarak sürdürmeye ne vakti ne de -sanırım- yetenekleri müsait!