Vadedilmemiş ama mahvedilmiş topraklardan dersler

Karen Armstrong bizim Turan Dursun gibidir. Yani, kendi alanlarında sarsıntılar yaratan düşünceleri ve eylemleri ile, biri Hristiyan dünyasının, diğeri ise İslam dünyasının yetiştirdiği “alışılmamış’ kişiliklerdendir. Turan Dursun’u hepimiz bilmekteyiz de Karen Armstrong Türkiye’de fazlaca bilinmez. Ama aslında çok bilinmesi gereken düşünürlerdendir bizce.

On iki sene İngiltere’de bir rahibeler manastırında rahibelik yaptıktan sonra, Katolik kilisesinden uzaklaşıp, kendisini “bağımsız inanç arayan biri” ilan etmişti. Bir manastırda, eğer on iki seneniz geçmişse ve siz hiç bitmeyen bir meraklı ruha sahipseniz, dünyada olan biten hemen her şeyi araştırmaya çok zamanınız var demektir. Karen Armstrong da aynen böyle yapmış olmalı ki, birbirinin ardı sıra müthiş kitaplar yayınladı, manastır hayatı sonrasında. Zaten Hristiyanlık, eski ve yeni İncil konusunda uzmanlığı vardı. Ama bu uzmanlığını, Yahudilik ve İslam konusunda da kullanmaya karar verince, oldukça orijinal, bilimsel, tarafsız bir sürü kitap çıkardı ortaya. Bunların hemen hepsini okuma fırsatını bulmuştuk geçen senelerde:

Muhammed Bir Peygamberin Özgeçmişi, Tanrının Tarihi, Kutsal Savaş: Haçlı seferlerinin Bugüne etkileri, Kan Tarlaları: Dinler ve Şiddet, bunlardan sadece bazıları idi.

KUDÜS KUDÜS OLALI NE OLDU?

7 Ekim’de, Hamas’ın direnişe başlamasıyla ortaya çıkan İsrail teröründen buyana, İsrail’in tarihi ve varoluş sebebini daha ciddi bir şekilde araştırmam gerektiğini anladım. O nedenle de bu konuda zaten kütüphanemde bulunan iki KUDÜS kitabını oldukça detaylı bir şekilde incelemek fırsatını yarattım. Her akşam haberlerinde Gazze’deki zalimlikleri seyrederek Kudüs ve İsrail’in tarihini okumak, oldukça etkili bir yöntem de oldu gerçekten.

Bu kitaplardan birisi, Karen Armstrong’un “Kudüs’ün Tarihi: Bir Şehir, Üç İnanç”, diğeri de Simon Sebag Montefiore adındaki bir başka İngiliz yazarın “Kudüs: Bir Özgeçmiş” adli kitabı idi. Birlikte 1200 sayfalık ve 3000 senelik bir dağ oluşturan bu iki tarih kitabı, bugün Gazze’de olan biteni o kadar açık bir şekilde anlatıyordu ki, dayanamayıp bu haftanın köşe yazısına konu yapmaya karar verdim.

Bu Kudüs ve İsrail üzerine yaptığım okumalardan ilk çıkardığım sonuç, “Tarihin hiçbir zaman sadece dün ile sınırlı kalmadığı” oldu. Kudüs’ün yüzlerce senelik tarihinden bize kalan, sadece El Aksa camisi ya da yüzlerce Müslüman, Hristiyan ve Yahudi anıtları değil. Aslında, gözle görünür tarih, işin o kadar küçük bir parçası. Ama tüm dünya işin bu kısmına göz diktiği için, tarihin bugüne yansıttığı asıl anlamı kaçırıyor insanlık.

HURAFELER TARİHE ÇEVRİLİRSE

İkinci önemli çıkarımım ise, tarih denilen bu çok eğlenceli, ama kaypak ve tehlikeli bilim dalının, sürekli bir sis perdesi, spekülasyonlar, varsayımlar, önyargılar, hurafeler, mitolojiler, dedikodular, pişmanlıklar ve uydurmalar yumağından ibaret olduğudur. Bu kadar gelişmiş medya araçlarının, yazının çizinin, videoların, filmlerin kayıt altına aldığı günümüz gerçeklerinin bile, çok kolaylıkla çarpıtılabildiği ve tam tersi anlamların çıkartılabildiğini düşününce, binlerce yıllık bir tarih yumağındaki kördüğümün nasıl çözülebileceğini veya hiç çözülemeyeceğini anlayabiliyorsunuz. Hele de konu Kudüs olunca, bu çok daha doğru bir yargı oluyor bizce.

Bir başka düşüncemiz de kendi tarihlerinde olup bitenlerin, milletlerin bugünkü karakterlerinin tam ortasında yer alıyor olması. Kudüs konusunda da bunu Haçlı Seferleri ile ilgili olarak görebiliyoruz. Ta 1095 senesinde başlayan ve hiç ara vermeden yüzlerce sene devam eden, bu Batı’nın Doğu’yu yok etme saldırılarının bölge insanında ve onların inançlarında yarattığı derin izleri, bugün bile her gazetede, her TV kanalında çok kolaylıkla izleyebiliyoruz.

Batı’nın daha sonraki yüzyıllarda sömürgecilik ve emperyalizm aşamaları için yarattığı ve her gün Batılı siyasilerin gözlerinden okuduğumuz Oryantalizmin köklerini bulabiliyoruz, Kudüs’ün sokaklarında ve etrafındaki çöllerde. Hatta ABD yardımı ile İsrail’in Gazze ve Refah’ta yaptıklarının aynısını, 1097’de Kudüs’ün sokaklarında, atlarının dizlerine kadar Müslüman kanı içinde yüzen Haçlı şövalyelerinin zalimliklerinde, Gazzeliler zaten yaşamışlardı. Hem de kaç kere ve yine aynı sebeplerle. Çünkü, Batılı Franklar, bu “vadedilmiş toprakların” asıl sahibi olduklarını kafalarına iyice taktıkları için, önlerine gelen herkes ve her şeyi yok edebileceklerine de ikna etmişlerdi kendilerini. Aynı düşünce silsilesi, yüzyıllar sonra hala Avrasya’ya karşı ABD ve AB’nin aldığı uzlaşmaz ve emperyalist tavırda kendisini ifade etmektedir.

ETKİ AJANLIĞI MÜESSESİ FAALİYETTE

Kudüs’ün tarihinin, günümüz için bize bağırarak söylediği bir başka ders ise, Batı’nın emperyalist ve sömürgeci karakterini iyi kavramamız gerektiği ve saftiriklikten kurtulmamız gerektiğidir. Kanuni zamanında verilen “kapitülasyonların” ve sonrasında gelen siyasi ödünlerin çok net sonuçlarını, en belirgin şekilde Kudüs’te görmek mümkündür. Bunun içinde, Osmanlı tebaası olan Hristiyan ve Yahudilerin Batılı emperyalist ülkelerce koruma altına alınmasına verilen izinler, günümüzdeki “Etki Ajanı” türünden girişimler sonucu açtırılan misyoner okulları ve dernekleri, Kudüs ve Filistin’de yok pahasına Batılılara satılan tarla ve araziler gibi, bugünümüze ders niteliğindeki olgular vardır. Kudüs’ün tarihini okudukça, her sayfada adeta yüzlerce sene sonrasında “tarihin tekerrür ettiği” türünden bir duyguya kapılmamak elde değil doğrusu!

BİN YILLIK HATALAR YİNE SAHNEDE Mİ?

Kısacası, Kudüs üzerine yazılan bu iki kitabın bahsettiği tarihsel gerçekler ve gelişmeleri; Bosna’ya, Bulgaristan’a, tüm Balkanlara ve Osmanlının Orta Doğudaki tüm varlığına uygularsanız, hiç de yanlış yapmış olmazsınız. Çünkü tarihte her noktada aynı hataları yapınca, günümüzdeki her noktada da aynı yok edici sonuçlara ulaşmış olduk. Bugün bile, bahsettiğimiz türden hataları tekrar ettiğimizi gördüğümüzde ise, insanın “bu kaçıncı bahar” diye isyan edeceği geliyor elbette.

Yani işin özeti, hepimizin tarihimize alıcı gözlerle bakmamız, günümüzde olup bitenlerle paralellik kurarak, eleştirel şekilde tarihçilik yapmamız mutlaka gerekli. Çünkü insan zekası veya zekasızlığı, aradan geçen o upuzun yüzyıllara kıyasla, hemen hiç değişmemiş gibi. Ve aynen o sebeple, çok açık şekilde benzer şartlar oluşsa bile, yine aynı hataları tekrar tekrar yapabilmekteyiz, hem de toplum olarak. Halbuki, tarihin kendisi, geçmişin derinliklerinden bizlere bangır bangır bağırıp, ne yapmamız gerektiğini söylemekte. Yeter ki biz dinlemesini bilelim!