Vedat Türkali’den bir kaç anı

Türk Sinematek Derneği’nin ilk yıllarıydı, bizimse gençlik yıllarımız... Yani dünyaya asi bir gözle bakıp, ona göre şekillendirmeye çabaladığımız, her bir tabuya çelme takıp, kutsanmışlara kafa tutup diklendiğimiz yıllar...

O yıllar her şey gibi sinemayı da çok iyi bildiğimizi sanıyorduk. Kolay değil, daha yirmisinde en büyük gazeteler sinema sayfalarını bizlere emanet etmiş, dahası dilediğimizce yazma özgürlüğü de tanımıştı.

İşte o yıllarda, ilkokuldan beri arkadaşlığımızın sürdüğü rahmetli Nezih Coş’la birlikte gün aşırı Sinematek’e takılıp, onca yıldır yalnızca adlarını bildiğimiz filmleri izleme keyfini doyasıya yaşıyor, dahası her izlediğimiz filmi, film sonrasında her biri alanında uzman olan saygı duyduğumuz büyüklerle tartışıyorduk.

ADI SİNEMADA PİRHASAN

Sinemayı tartışmaktan büyük keyifler aldığımız bir kişi de Vedat Türkali’ydi. Türkali’yle izlediğimiz bir filmi tartışırken, söz dönüp dolaşıp Türk sinemasındaki senaryo konusuna geldi. Ben ve Nezih kendimizden emin bir şekilde Orhan Kemal’den bir alıntı yaparak, “Türk sinemasında senaryo yoktur” dedik ve çok kötü senaryo ve senaristlerden örnekler vermeye başladık. Bu örneklerden biri de Abdülkadir Pirhasan’ın senaryosuydu. Biz bu senaristi başladık yerden yere vurmaya, hatta daha ileri giderek bu adamın son yapacağı işin senaristlik olduğunu filan iddia ettik. Vedat Türkali bizi büyük bir sabır ve de nezaketle dinliyor, zaman zaman da sanki başıyla bizim söylediklerimizi tasdik ediyordu. Tabii biz de hocadan tasdik aldıkça coşuyor, coştukça da ona Abdülkadir Pirhasan’ın ne denli kötü bir senarist olduğunu anlatıyorduk. Sözümüz bittiği zaman Vedat Bey, bize döndü ve bir nezaket dersi verir gibi, yalnızca, “Abdülkadir Pirhasan benim sinemadaki takma adım” dedi. Ve başka bir şey demedi...

Sanıyorum, abartısız, bir ya da iki yıl, Veda Türkali’yle gördüğümüz her yerde yolumuzu değiştirdik, ona görünür mesafelerin içinde olmamak için her kaçışı denedik. Korkumuzdan değil, saygıda kusurumuzdan... Daha çok da her şeyi bildiğimizi sanıp gerçekteyse bilemez oluştan...

Sonrasında Nezih ve ben birçok açıkoturumda onunla aynı masayı paylaştık. Ama bu olaydan ne o söz etti, ne de biz. Kendimizin bile bağışlamadığı ayıbı utancımızla örttük...

TGKP İÇİN KALEM KAVGASI

Nezih Coş’un ve benim yolumuz, Yedinci Sanat dergisini çıkarırken pek de hoş olmayan bir konumda yeniden kesişti Sayın Vedat Türkali’yle... Derginin çıkma nedenlerinden biri, Türk sinemasının belleğine katkıda bulunmak için bu alanda çalışmalar yapmış kişilerin geçmişe ilişkin bilgilerini aktarmaktı. İşte böylesine bir bilgi aktarımında Türk sinemasının iki saygın ismi Vedat Türkali ve Nijat Özön, TGKP (Türkiye Gizli Komünist Partisi) ile ilgili 1951 Ekim’inde İstanbul’da, 1952 Mayıs’ında İzmir’deki tutuklamalarda ve sonrasında yaşananlar için birbirini acımasızca suçlayıp bu olayla ilgili neredeyse tüm kirli çamaşırları ortaya sermişlerdi. İki değerli insanın dergi sayfalarına yansıyan bu kalem kavgasını noktalamak hiç de kolay olmamıştı.

Vedat Türkali’yle aynı düşünceyi paylaşma onurunu ise Nihat Behram’ın Yılmaz Güney anıları üstüne tartışmalarda yaşadım. Nihat’ı yazdıklarından dolayı Güney hayranlarının linç ettiği günlerde ona yalnızca Türkali sahip çıktı. Ben de benzer düşünceleri paylaşan birkaç yazı yazdım. Nihat, daha sonra ikimizin yazdıklarını, birçok baskısı olan kitabının arka kapağında bizlere adeta teşekkür edercesine yayınladı.

Vedat Hoca’yı, ne türlü olursa olsun, tanımak bile bir ayrıcalık. Çünkü böylesine dik duran insanlarla bugünlerde yolunuz pek fazla kesişmiyor...