Velev ki adı zafer olsun...

Ünlü Amerikalı yönetmen Arthur Pen’in revisyonist western olarak adlandırılan 1970 yapımı Little Big Man (Küçük Dev Adam) filminde, Kızılderililerin yaşlı ve bilge şefi; yanlarında büyütüp yetiştirdikleri Jack Crabb’a (Dustin Hoffman), Little Bighorn savaşına gönderme yaparak “Şaşıyorum” der. “Beyaz adamlar bizim ok ve yayımıza karşı, top ve tüfekle kazandıkları savaşa nasıl oluyor da zafer adı veriyor...”

Thomas Berger’in satirik yapıtından Calder Willingham’ın senaryolaştırdığı bu film, vahşi batı efsanesine farklı ve ironik yaklaşımıyla, türünün bir dönüm noktası olmuş, Hollywood tarihinde -Mavi Askerler’le birlikte- ilk kez bu filmde Kızılderililerin hakkı, Kızılderililere verilmiştir.

Bilindiği gibi beyaz adamlarla -yani Amerikalılarla- Kızılderililer arasındaki savaşımda, iyiler hep beyaz adamlar olmuş, kafatası yüzüp, savaş çığlıkları içinde koşuşan ve de vahşet saçan taraf ise, onca kıyıma uğradıkları halde, hep Kızılderililerin payına düşmüştür. Çocuk oyunlarında bile hiç kimsenin Kızılderili olmaya yanaşmadığı bu Hollywood kökenli filmler yoluyla yaratılan algı, 70’li yılların ortalarına dek sürmüş, ancak Kızılderililer Amerikan toplumunda etkin bir baskı grubu olmayacak denli azalıp edilgin konuma sokulduğunda, tek tük de olsa, Arthur Pen, Ralph Nelson gibi yönetmenlerce yıllardır kendilerinden esirgenen, haklılıkları geri verilmeye başlanmıştır. Ama yıllar yılı, Brecht’in deyimiyle “yaşlı bir yosmanın tüm hünerlerine sahip Hollywood sineması” nın büyüsü, o toprakların gerçek sahibinin kim olduğu sorusunun yanıtını vermemiş, vermediği gibi de gerçek sahiplerini kafatası yüzen, primitif insanlar olarak karşımıza çıkarmıştır.

‘KAÇIŞ SİNEMASI’

Gerçekleri gösteriyormuş gibi yapıp tersini işleyen ve gerçekler yerine çarptırılmış yalanları gerçekmiş gibi gösterme sanatına sinemada “kaçış sineması” adı veriliyor.

Hollywood’un “kaçış sineması”nı uygulama alanına soktuğu tek olay Kızılderililer değil. Yıllar yılı siyah-beyaz sorunsalına yaklaşımı ve de Vietnam Savaşı’ndaki tutumu da aynı anlayışın ürünleri.

Hollywood yapımları yıllar yılı nasıl “Amerikan kıtasının gerçek sahipleri kimdir?” sorusuna yanıt vermeyip, gerçekleri saptırarak işlemişse, Vietnam savaşını konu alan filmlerde de “Amerikalıların bu topraklarda işi ne?” sorusuna yanıt aramamış, aksine Kızılderililere uyguladığı yöntemi bu kez daha kusursuz -ya da daha pervasız- işleme uğraşısına girmiştir. Tabii ki Kızılderililer olgusunda, nasıl Arthur Penn oyunu bozup, vahşi batı efsanesini bitirmişse, Vietnam savaşındaki kahramanlık destanları da Francis Ford Coppola’nın “Apocalypse Now” ile sona ermiş, kahraman Amerikan askerleri yerini, savaşın şokunu yaşayan sorunlu askerlere bırakmıştır.

Kaçış sineması işte böyle bir şeydir... Gerçeğin yerine koyduğunu öyle bir anlatır ki, onun büyüsüne ve coşkusuna kapılıp yenilgiyi bile görmemezlikten gelip zafer olarak algılarsınız...

Sakın ha kimse üstüne alınmasın, sözüm Hollywood sinemasına...