Velev ki Türk sinema tarihi değişti...

Gün geçmiyor ki Türk sinema tarihini değiştirdiğini iddia eden bir yazı yayımlanmasın... Bu yarışta ilk sırayı alanların başında ise ne yazık ki (tümü değil) kimi sinema akademisyenleri geliyor. Ne yazık ki diyorum çünkü kimi sinema akademisyenleri, sanki “ en son bizler duyarız” söylentisini kanıtlarcasına, hırslarına yenik düşen yetenek, bilgi ve birikimleriyle birbirleriyle adeta yarış edip, çok önceden noktaları konulmuş konulara, ilk ve de son noktayı koymak istiyorlar... Ve işin garibi bu noktayı kaymak isterlerken de, bilimsel çalışmaların ve de akademisyenliğin tüm etik kaygılarını yerle bir etmekte bir beis görmüyorlar...
Bu konudaki trajikomik örnekler sayılmayacak denli çok... Üzerinde onlarca kitap ve bir o kadar makaleler yazılmış bir konuyu, on beş yıllık bir gecikmeyle saygın bir gazetenin sayfasında birlikte, “İlk Türk filmini biz bulduk” diye fotoğraf çektiren anlı şanlı 5 profesörden tutun da, iki fotoğraf, bir mezar taşıyla her bir şeyi alt-üst ederek yeni bir sinema tarihini yazmaya soyunan bir başka “prof”lara kadar uzayıp gidiyor...
Bunların çoğunun derdi, Türk sinema tarihine bir katkıda bulunmak değil, aksine, “bir başkalarının kişiliğiyle oynayarak kişilik “ ya da de sözüm ona kısa yoldan “bilimsel bir kitap (!) kazanarak ya da bu alanda gerçekten çok saygın emekleri/çalışmaları olan diğer akademisyenlere fark atar gibi görünmek...
Sinema tarihi yazımında yaygın olan bir görüş vardır: Hangi akademisyen “Fuat Uzkınay ile Ayastefonas Abidesininin Yıkılışı’na” ya da “Sigmund Wainberg”e el atıyorsa, bilin ki işi kolayına kaçıp köşeyi kısa yoldan dönmek istiyor. İşin en kolay tarafı da bu... Çünkü kimileri bu konuda buldukları bir ya da iki belgeyle tüm konuyu kendilerine mal ettikleri (ya da edebilecekleri) yanılgısına düştükleri gibi, bundan önceki tüm çalışmaları da itibarsızlaştırarak geçersiz sayma eğilimini gösteriyorlar. Üstelik tüm bunları da; bilimsel çalışma etiğiyle hiçbir bir zaman bağdaştırılamayacak bir nezaketsizlik içinde “biz bu konuyu bilimsel acıdan ele alıp işledik” mazeretinin ardına gizlenerek yapıyorlar...
Elbette ki Türk sinema tarihinde ya da bir başka alanda, hiçbir konu, o alanda tarihe mal olmuş hiçbir kişi ve olay, bilgi ve belge vs.hiç kimsenin -yineleyelim, ama hiç kimsenin- tekelinde değildir. Bu konuda onlarca kitap, yüzlerce makale yazmış olsalar da...
Önemli olan bilinen ve tartışılan bir konuya, yapılmışın dışında, bir değil bir çok belgeyle farklı boyutlar getirip yeni bir şeyler ekleyerek, çoğaltarak, doğrusunu bulmak yolunda, eskisini kat ve kat aşacak adımlar atabilmektir. Çünkü her alanın tarihi; birbirlerinin üzerine konulan tuğlalarla, yeni bilgiler, yeni belgeler, teknolojinin sağladığı yeni olanaklarla yükselir, doğrulanır ve eksiksizliğe ulaşır. Çünkü kimi alanların tarihi yeniden yazılmaz, aksine katkılarla enginleştirilir, kimi zaman tamamlanıp, kimi zaman da doğrulanır.
Ama asla bir alanın tarihine nokta konmaz... Aksine virgüller atılır ve tarihçiliğin olmazsa olmaz koşulu “kuşkuculuk” elden bırakılmayarak birçok soru işaretleri konur. Gelecek kuşakların genç tarihçilerinin, akademisyenlerinin, araştırmacıların, bir öncekileri yadsıyarak, yok ederek, onların kişilikleriyle oynayıp kişilik kazanarak değil, onları da içine alıp bir yenisini -belki de en doğrusunu- yazabilmeleri için....
Evet...Türk sinema tarihi alanında birileri çıkıp, son noktayı koyduk diyerek mangalda kül bırakmıyorlar... Bunlara çok alıştık...Ama alışmadığımız ve bundan böyle de pek alışamayacağımız bir şey var. O da; sinema alanımızdaki bir çok saygın akademisyenin (Kaya Özkaracılar’ın dışında) sinema tarihçisinin, ortaya çıkıp da “siz ne diyorsunuz?” bu konuya yıllar yıllar önce bir değil, birçok belgeyle nokta konmamış mıydı, diyememesi. Susması, bu yanlışı kabullenmesi ya da kabullenmiş gibi görünüp bu acınası komikliğe -yoksa doğrusu cahillik mi?- ortak olması...

Gelecek hafta ve haftalarda bu konuya belgelerle devam etmek dileğiyle....