Vietnam’dan bu yana bu kaçıncı aldanış! Postacının kapıyı kaç kere çalması gerek acaba?

“Kim olursan ol gel” dâveti, hepimizin çok iyi bildiği bir Mevlâna çağrısıdır. Türk tasavvufunun büyük üstadlarının hemen hepsinin, temelde seslendirdiği bir çağrıdır bu. Hoşgörünün, birlikteliğin ve dostluğun dillendirildiği evrensel bir dâvetiye yani.
Yıllardır geniş yürekliliği ve hoşgörüyü anlattık dünyanın dört bir yanında. Bu temelde yazılmış ve söylenmiş yüzlerce deyişin ve nefesin olduğu bir repertuarı, dinleyenlerin olduğu her yere taşımıştık. Özellikle de Mevlâna Celaleddin Rumi’nin ve Yunus Emre’nin şiirlerinin hepsi sevgi ve hoşgörü üzerineydi ve biz onları binlerce insana okumuş ve yorumlamıştık yıllar içinde. Toleransı ve sevgiyi çok seviyorlardı, galiba. Ama bu sevginin gerçekliğini test etmek için, öyle fazla bir şey de gerekmedi.
Son iki yazımız Ukrayna ile ilgiydi. Ne biliyorsak anlatmıştık. Özellikle de “Yastığın Altındaki Dev Ekmek Bıçağının Sırrı” yazımızda, iyi ilişkinin gerektirdiği dostaneliği anlatmaya çalışmıştık. Elbette, insan yastığının altında bıçak saklayan biri ile nasıl aynı yatağı paylaşabilirdi ki? Konunun çok da anlaşılabilir olduğunu düşünmüştük.

HOŞGÖRÜ ELÇİSİNDEN, DİKTATOR SEVİCİYE!

Yazımızı kendimiz de sevmiş olmalıyız ki, İngilizceye de çevirip Facebook’a koyduk. O da nesi? Daha ilk dakikadan itibaren, bir sevgisizlik, hoşgörüsüzlük ve saldırganlık dalgasına boğulduk. İnsanlar, sanki elleri klavyede, gözleri ekranda, ve ağızlarında en ağırından hakâretler ve küfürler, bizi bekliyorlarmış gibiydiler. “Diktatör sevici, senden bunu beklemezdik, paranoyak Rusya destekçisi, kurbanı suçlayan gafil” türünden bir sürü saldırgan sözde “fikirler”.
Ama işin en ilginç tarafı tüm bu hakâretli mesajların hemen tamamının, ABD’nin çeşitli yerlerinden geliyor olmasıydı. Hani, “fikir özgürlüğü” deyince mangalda kül bırakmayan Batı’nın da en Batı’sından. Ve işin daha da ilginci, bu tür yorumlar yazanların hemen tamamının, genellikle “sol” eğilimli olduklarını bildiğimiz kişiler olması. Artık sol ve sağın, kavram olarak alt üst olduğu bir zamana girdiğimizin çok açık bir göstergesi oldu bu yazımıza verip veriştirilen cevaplar.

KARTON KUTUDAKI EVSİZ ‘MİLLİYETÇİ’

Galiba bu tür “büyük devlet milliyetçiliğinin”, ABD’de yaşayan hemen herkesin psikolojisine işlemesi, gayet ilginç bir olgu gibi. Çünkü San Francisco’nun kaldırımlarındaki karton kutuların içinde, gün ve gecelerini geçirmek zorunda kalan evsiz barksızlarda bile, buna benzer bir duygu eğilimi bulabilirsiniz. Toplumun en aşağılarındaki, toz-toprak içinde debelenen bu kesimden yukarı doğru yavaşça çıkarsanız, aynen bunun gibi bir duygusal kafa karışıklığına rastlarsınız. Orta sınıf fazla politikaya karışmaz ama, ABD’nin yaptığı en açık seçik problemli davranışlarda bile hemen savunmaya geçip milliyetçi kesilirler. Hele de, kendine aydın diyen ve ellerinden New York Times ve Noam Chomsky kitaplarını düşürmeyen metropollü kesimde, bu duygusal karışıklık en son haddindedir. Zaten bizim kısacık yazımıza, biraz da terbiye sınırlarını aşarak saldıranlar, bu çevrelerden gelen tanıdıklarımız ve tanımadıklarımız oldu.
Bu kesimdeki kafa karışıklığını ve duygu şaşkınlığını anlamak o kadar da zor değil aslında. Evet, sohbetlerinizde size ABD’nin dünya çapında ne denli fena şeyler yaptığını, Vietnam’dan Afganistan’a kabul edilemeyecek derecede kötü bir geçmişi olduğunu söylerler. Oldukça iyi de eleştirirler olanı biteni. Çünkü solcudurlar ya, Demokrat Partiye oy verirler, şimdilerde Biden’cıdırlar, Trump’tan nefret edicileridir ya, ondan.

TİMSAH GÖZYAŞLARI AKITMADAN ÖNCE

Ama iş, şu anda yani bugün dünyada olup bitenlerin ne olduğuna gelince, tüm kafalar karışıverir. Afganistanda, Irak’ta yüzbinlerce insanın kanına giren aynı dış politika uygulamalarının ve uygulayıcılarının, nasıl olup da böylesine kötü bir proje ile yeniden karşılarına çıkabileceklerine bir türlü inanmazlar. Bu Ukrayna harekâtı bittiğinde, eminiz ki ellerinde pankartlar, sokaklarda Biden’ı eleştirip slogan atacaklardır. Ama her şey olup bittikten sonra! Şimdi, olup bitecek şeyler bizzat olmakta iken, büyük bir inanamazlık içinde “nasıl olur, biz öyle şeyler yapar mıyız” deyip, yapılanlara ortak olduklarının farkında bile değillerdir.
Halbuki, çok az bir zahmet ile, dönüp geçmişe biraz göz atsalar, bugün kullanılan tüm senaryoların, yalanların, medya yönlendirmelerinin, tehditlerin, yaptırımların sanki bir tornadan çıkan ağaç parçası gibi geçmişte olanlarla aynı olduğunu göreceklerdir. Fakat her kültürdeki aydınların ortak özelliği olan kaypaklık ve kararsızlık içinde, fazla bir çaba gerektirmeyen tembellikle, önlerine New York Times ve benzeri medya araçları ile konulan sözde “gerçeklerin” peşinde, bir ortaçağ şövalyesi gibi koşturup dururlar.

ELMALI ŞEKERİNİZİ YALARKEN

Akıllarına gelmez, “aynen Irak işgalinde olduğu gibi, belki de bizi yine dolduruşa getiriyorlar” demek. Bugün Putin’i, Orban’ı, Erdoğan’ı, aynen dün Saddam ve Kaddafi’yi “şeytanlaştırdıkları” türden bir yöntemle yerden yere vuruyor olabilecekleri hayallerinde bile yer bulmaz. Ellerine tutuşturulan elmalı şeker tadındaki “gerçek”leri yalayarak, günlerini savaşın kötülüğü, ağlayan çocukların ve evlerinden kaçan insanların mazlumluğu konusundaki insani problemlerin altında harcayıp, depresyona bile girerler.
Halbuki, ABD’nin sebep olduğu her irili ufaklı sorunda, bir aynılığı yaşıyor olmaları biraz da olsa uyarmalı onları. Ama bu uyanma, nedense hep her şey olup bittikten sonra ve elbette de çok geç gelmektedir. Bir türlü sorgulamayı ve bağımsız düşünce geliştirmeyi geliştiremedikleri için aynı duruma tekrar tekrar düşebilmektedirler. Ve bundan dolayı da, her defasında yeni bir politik kriz, çok bir büyük sürpriz olmaktadır bu gibi aydınlara.

ZAHMETSİZ RAHMET OLMAZMIŞ

Önlerinde Vietnam gibi olağanüstü büyük ve toplum için milat değerinde olması gereken bir Amerikan macerâsı olan bu Batılı aydın kesiminin, çok daha uyanık, çok daha analitik ve bağımsız düşünceli olması beklenir elbette. Ama maalesef, her seferinde aynı düşünsel ve duygusal tuzağa düşmekten kurtaramazlar kendilerini. Ve bir ömür böyle yakınma ile geçecektir.
Atalarımız, buna benzer durumlar için “Zahmetsiz Rahmet Olmaz” diye bir deyim yaratmışlardır. Doğru ve güzelin, mutlaka biraz zahmetle ele geçirilebileceğini anlatır bu deyimimiz. Yani zahmet edip de olan biteni anlamaya çalışmazsanız, bilginin size getireceği doğru ve güzelliklerin sahibi de olamayacaksınızdır. Ve bu şaşkınlığın ve kafa karışıklığının denizinde, hayatınız boyunca bilinmeyen sahillere doğru yüzüp duracaksınızdır.