Y-CHP neci?

Cumhuriyet Halk Partisi deyince isminin bile bir ağırlığı var.

1920 Türk Devrimi’nin partisi.

Dünyanın en büyük lideri ve devrimcisi Büyük Atatürk’ün partisi…

250 yıllık Türk Aydınlanma geleneğinin, dünyaya ismini veren Namık Kemallerin Jön Türklerin son ve kurumsal temsilcisi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi.

Ötesi var mı?

Bizzat Mustafa Kemal tarafından belirlenen amblemi bile çok şey anlatıyor.

Türklerin en güçlü ve geleneksel savaş silahına atıfla, 6 Ok.

“Kemalizm” deyince işte bu 6 ok gelir adamın aklına.

Çağdaş İnsanlık tarihine damgalarını vuran Fransız ve Rus devrimlerinin harmanlanışıdır.

Laiklik, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, 1789 Fransız devriminden.

Devletçilik, Devrimcilik ve Halkçılık ise 1917 Rus devriminden.

6 ok ise bizzat Türk Devrimi’nin formülüdür, Kemalizm’dir o.

Osmanlı’nın Etrak-ı Biidrak deyip küçümsediği Türk köylüsünü, “Köylü Milletin Efendisidir” diyerek baş tacı eden bir harekettir Kemalizm.

İşçi sınıfı olmadığı için eldeki tek üretici sınıf köylüdür çünkü.

Sanayi kurmayan yarı sömürge bir feodal Osmanlı’nın üzerine modern bir ülke ve devlet inşa etmek kadar zor bir iş var mı?

EROZYON 1938 10 KASIM’DA BAŞLADI

Türkiye’nin milli mücadelesinde SSCB’nin çok önemli bir rolü vardı.

Çanakkale Zaferi, 1917’de Rusya’daki devrimin önünü açınca, 1919’dan itibaren Mustafa Kemal Paşa, Sovyet Rusya’nın büyük desteğini aldı.

O dönemdeki Atatürk – Lenin dostluğu bizim resmi tarihimizde hep saklanmıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında Rusya’dan gelen silah ve mühimmatlar çok büyük rol oynadı.

24 Ağustos 1920 günü Bekir Sami Bey Başkanlığında Moskova’ya giden ilk TBMM Heyeti ile Sovyetler arasında imzalanan yardım antlaşması gereğince askeri yardımın deniz yolu ile yapılmasına karar verildi. Bölgede bulunan, 5 ton üzeri büyüklükte 28 geminin toplam taşıma kapasitelerinin takriben 7800 ton olmasına karşılık, Sovyetler Birliğinin Batum, Tuapse ve Novorosysky limanları üzerinden, Ağustos 1922’ye kadar 200 irili ufaklı deniz vasıtası ile İnebolu, Trabzon ve Samsun limanlarına 46 ayda toplam 300,000 ton harp malzemesi taşındı ve Kurtuluş Savaşı destanı yazılabildi. Alemdar ve Gazal römorkörleri ile Şahin Vapuru, Rusumat-4 Gümrük Motoru ve diğer tekneler Anadolu’nun Karadeniz’deki can damarını oluşturdular. Özellikle I. İnönü savaşında elde edilen askeri başarıdan

sonra artarak devam eden Rus lojistik desteği, Kurtuluş Savaşının kaderini belirleyen ana eksen oldu. (Kaynaklar: Mehmet Perinçek, E. Amiral Cem Gürdeniz)

O derece ki, Atatürk “gözüm Sakarya’da, kulağım İnebolu’da” diyordu.

Zekeriya Sertel, Celal Bayar ve Tevfik Rüştü Aras’ı kaynak göstererek, Atatürk’ün ölüm yatağında şu vasiyette bulunduğunu aktarır: “Sovyetler Birliği’ne karşı asla bir saldırı politikası gütmeyeceksiniz. Doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Sovyetler’e yöneltilmiş herhangi bir antlaşmaya girmeyecek ve böyle bir antlaşmaya imza koymayacaksınız.”

Öyle ya, Sevr’de Türkiye’yi paylaşan Batılı devletler, Kurtuluş Savaşı’nda da aynı politikalarını korumuş ve bu emellerinden hiç vazgeçmemişti.

Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra İnönü liderliğindeki Türkiye, 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran 1939’da da Fransa ile iki ayrı deklerasyona imza attı. Sovyetler Birliği’nde büyük rahatsızlık yaratan bu deklerasyonlar, 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere, Fransa ve Türkiye arasındaki Üçlü İttifak Anlaşması durumuna getirildi. Anlaşmanın yapıldığı günlerde Almanya, İngiltere ve Fransa ile savaş halindeydi ve bu anlaşma, Hitler’in Türkiye’yi işgal planı içine almasına neden olmuştu.

Antlaşmadan sonra, Sovyetler Birliği ile ilişkiler bozulmuş, Almanya’nın tepkisi çekilmiş ve hemen hiçbir şey kazanılmamıştı. Ancak çok önemli bir şey yitirilmişti. Onbeş yıl boyunca uygulanan, sınır komşuları dahil dünyanın tüm ülkelerine güven veren, bağımsız ve bağlantısız Kemalist dış politikadan vazgeçilmiş ve yeniden “Batıya bağlanma” sürecine girilmişti; Atatürk’ün ölümüne dek yaptığı uyarılar ve bıraktığı vasiyet yerine getirilmemişti.

Batıya bağlanma eğilimi, İnönü için hata değil, bilinçli bir seçimdi. Bu gerçek, daha sonraki uygulama ve açıklamalarla açık olarak ortaya çıkacaktı. İnönü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği ile sorun yaşandığı günlerde Amerikalı bir gazeteciye şunları söylemişti: “Eğer Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıklara olumlu biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmesi taraftarıydım.” (Kaynak: Prof. Taner Timur, Araştırmacı Yazar Metin Aydoğan)

İnönü’nün Batı düşkünlüğünün yanı sıra, Köy Enstitüleri’nin kaldırılmasında oynadığı rol de önemlidir.

Atatürk’ün gerçekleştirmeye ömrünün vefa etmediği toprak reformunu rafa kaldırmış, parti içindeki toprak ağalarına tavizler vermeye başlamıştı.

Köy Enstitüleri, köylü çocuklarını bilinçlendirip, vatana yetişmiş kadrolar sağlamaya başlamıştı ki, “Komünist Yetiştiren!” bu şer yuvaları! İnönü tarafından kapatıldı.

Köy enstitüleri kanunu 1943 yılında değiştirildi ve ilk derece okul seviyesine getirildi. 1946 yılında da kurucuları olan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç görevlerinden alındı. 1947'de köy enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler birbirinden ayrıldı. Aynı yıl bir genelge ile dünya klasiklerinden yapılan çeviri kitaplar toplatılarak yakıldı. 1948'de ise öğretim programı değiştirildi ve enstitüler klasik okullara dönüştürülerek fonksiyonu bitirildi. 1954'te ise DP döneminde öğretmen liselerine çevrildi.

Falih Rıfkı Atay, “Bayrak” isimli kitabında şunları yazar: “Atatürk’ün CHP’ye bıraktığı gerçek miras devrimleri idi. Bu devrimlerin iki esas temeli, Laisizm ve eğitim birliği, CHP idaresi devrinde temelinden sarsılmıştır. CHP İmam-Hatip okullarına fıkıh dersi koymakla eğitim birliğini yıkmıştır. O vakitten beri CHP Atatürk’ün değil İnönü’nün partisidir.”

İnönü, Atatürk’ün her zaman reddettiği “liberalizmin” de öncülüğünü yaptı.

İsmet İnönü, Atatürk’ün ölümünden sonra hükümeti yeniledikten sonra Meclis’i de değiştirmeye karar verdi. Mart 1939’da yapılan erken seçimlere katılacak CHP milletvekili adaylarının tümünü kendisi seçti. Adaylar üzerinde yaptığı seçim, Atatürk döneminde politikalarda değişiklik olacağının habercisiydi. Cumhuriyet devrimlerinin gerçek boyutunu kavrayamayarak bunlara karşı çıkan, ekonomide ulusal kalkınma yerine “liberalizmi” savunarak Atatürk’le siyasi çatışma içine giren; Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler aday yapılmıştı.

İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk ve yıkımının hemen ardından 1946’da seçime gitmek de İnönü’nün tercihiydi.

Savaş dönemi yokluk yıllarında yıpranan CHP’nin böylesine yanlış bir tarihte seçime gitmesi ve seçimlerin şaibeli olmakla damgalanması partiye onulmaz zararlar verdi.

O dönem Sosyal Demokrasi pek bilinmediği için Liberalizm seçeneğini kullanan İnönü, 1960’lı yıllarda da Kemalizm yerine “Ortanın Solu” ifadesini kullandı.

BÜLENT ECEVİT VE “SOSYAL DEMOKRASİ”

Yıldırım Koç’un 17 Temmuz 2017 tarihli Aydınlık gazetesindeki “Kemalizm, Emperyalizm ve Sosyal Demokrasi” başlıklı yazısı çok bilgilendirici.

Aynen alıntılıyorum:

“Rahmetli Bülent Ecevit, 1966 yılında yayımlanan Ortanın Solu kitabında “Neden Sosyal Demokrasi?” sorusuna şöyle yanıt veriyordu: “Demokrasinin, özellikle Türkiye’de demokrasinin, biçimsel demokrasi değil, yalnız siyasal demokrasi değil, aynı zamanda sosyal temele dayanan, sosyal özü bulunan bir demokrasi olması neden gereklidir? (Ortanın Solu, Kim Yay., İstanbul, 1966, s.42)

Bülent Ecevit herhalde daha sonraki yıllarda sosyal demokrasinin ne olduğunu öğrendi ki, 1972 yılında CHP Genel Başkanı olduktan sonra CHP belgelerinde “sosyal demokrasi” kavramı kullanılmadı. Rahmetli İsmet İnönü’nün 1965 yılında ortaya attığı “ortanın solu” kavramının yerini “demokratik sol” kavramı aldı. Özellikle CHP’nin 27-30 Kasım 1976 günleri toplanan 23. Kurultayı’nda kabul edilen CHP Programı’nda hep “demokratik sol” kavramı kullanılmıştır.”

Sayın Koç çok net anlatıyor.

Sosyal Demokrasi, tarihsel olarak Komünizm veya Sosyalizm’in reddiyesidir. Liberalizm’in kardeşi olan Sosyal Demokrasi, Avrupa’daki işçi sınıfının yöneten sermaye sınıfıyla uzlaşmasını öngörür.

Bu nasıl olacaktı? Emperyalist sömürüden işçi sınıfına, çalışan kesimlere de pay vererek elbette.

Neyse devam edelim…

ECEVİT VE BAYKAL

Ecevit’in CHP liderliği 1972-1980 arasında sol bir anlayışla geçse de, hiçbir zaman gerçek manada Kemalist olamadı.

Çünkü CHP, artık Türkiye’nin kurucu partisi değil, bir ana muhalefet partisi idi.

Atlantikçi NATO çizgisindeki yarı sömürge bir ülkede CHP’nin iktidara gelmesi, en azından kurulu sistem içinde gelmesi mümkün değildi.

CHP ve diğer tüm sol hareketler artık Kemalizm’i, bir Burjuva Demokratik Devrim veya üstyapı devrimi olarak küçümsüyordu.

Kemalizm, Atlantikçi gerici sistemin tam karşısında bir iktidar seçeneği olduğu için kimse buna yaklaşmıyordu.

O dönem, sendikalar da sosyal demokrasiye, yani düzenle barışık olmaya karar verdi.

Yine Yıldırım Koç’tan aktarıyorum:

Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu’nun 11 Kasım 1969 günü Ankara’da düzenlediği toplantıda konuşan CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, “Bu (Atatürk yaptığı) devrimler, o dönemin koşulları içinde gerekli idi, kaçınılmazdı ve büyük değer taşımakta idi; fakat önyargısız bakılırsa görülür ki, genellikle o devrimler, halkı ezilmekten, sömürülmekten kurtarıcı devrimler değildi.”

Bal gibi de öyleydi, sadece 1938’den sonra eksik kalmıştı.

1980 Amerikancı darbesi tüm sol ve benzeri hareket ve kurumların üzerinden silindir gibi geçip, emperyalist sömürünün “Liberal” zafer bayrağını Türkiye üzerinde dalgalandırınca, CHP de AP de ortadan kalktı.

Serbest piyasacı Özal, devletçiliğe bayrak açtı.

Bu kez liberalizmin ayrılmaz parçası, ABD ve AB’nin dayattığı biçimde “Kürt Kimliği”nin tanınması oldu.

SHP ve sonrasında CHP, bu liberal söylemi, Erdal İnönü ve Deniz Baykal ile sürdürdü.

Ancak hiç birisi gizli ya da dolaylı Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olmadı, laiklikten taviz vermedi.

Y-CHP VE KILIÇDAROĞLU

İnönü, Ecevit, Erdal İnönü, Baykal…

Hiç birisi için kişilik olarak kusurlu, sahtekar, yalancı denmez denemez.

Hepsi de vatan sevgisi sahibi, namuslu dürüst ve Cumhuriyetçi isimler.

Baykal ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, 1 Mart tezkeresi döneminde, Ergenekon ve Balyoz kumpaslarına karşı tutumu hep doğru oldu.

Zaten FETÖ’cü kaset komplosu ile gönderilmesi bunun göstergesiydi.

Amerikan derin devletinin kuruluşu Silkroad Enstitüsü’nde kasetten 2 yıl önce ismi zikredilen Kemal Kılıçdaroğlu ise Melih Gökçek tartışması ile parlatıldı ve kimse doğru dürüst bir şey anlamadan, hengame içinde CHP’ye genel başkan yapıldı.

Raporun 72. Sayfasındaki şu ifade dikkat çekiyordu: “CHP‘den istifa etmeye ikna edilecek Deniz Baykal‘la, yolsuzluklar konusunda kamuoyunun dikkatini çeken Kemal Kılıçdaroğlu yer değiştirecek. CHP, yeniden Avrupa tarzı bir sosyal demokrat parti olarak ortaya çıkacak.”

Avrupalı Sosyal Demokrat Kılıçdaroğlu’nun liderlikteki ilk çıkışı “Ben Dersimli Kemal’im” oldu.

Atatürk’ü, laikliği hiç zikretmiyor ama ABD patentli “PKK tipi Kürt ayrılıkçılığı”na hep selam çakıyordu.

AKP’nin sonrası bir felaket olan çözüm sürecine en büyük desteği o verdi.

HDP’nin meclise girmesi için canla başla çalıştı.

Ekmelettin İhsanoğlu’nun adaylığını o ilan etti.

Laikliğin tehlikede olduğundan, FETÖ’nün bir tehdit olduğunu söylemekten adeta imtina etti.

ABD ile iletişim kanalları hep özel ve açık tutuldu.

En önemlisi de CHP’yi bitirdi, Y-CHP yani Yeni Cehepe yaptı.

Son adalet yürüyüşünün arkasından ise FETÖ’ye ve PKK’ya özgürlük istemi çıktı.

Eylemli olarak Türkiye’ye düşman konumundaki ABD’nin Çözüm sürecinin yeniden başlatılması için CHP ile HDP şu aralar görüşüyor.

Tüm bunların arasında bir de bana göre çok önemli bir açıklaması oldu.

İngiliz Guardian gazetesine yazdığı yazıda, CHP’yi Sosyal Demokrat olmaktan da çıkardı, “liberal Demokrat” ilan etti.

Yazısından aynen alıntılıyorum:

"Yalnız değiliz. Dünya, aşırıcıların, dar görüşlü popülistlerin ve diktatörlerin yükselişini izliyor. Bunların baskı derecelerinde önemli farklılıklar var ancak ortak yanları da bulunuyor. Diktatörler birbirlerinden öğreniyorlar. Demokrasilere karşı birlik oluyorlar. Ülkelerini mahvediyorlar ve insanlarını yurtdışında yaşamaya zorluyorlar. Liberal demokratlar buna nasıl yanıt vermeli? Dar görüşlü popülistlerin ve yeni kuşak diktatörlerin iktidarlarına karşı çıkmak için uluslararası çapta yeni araçlar geliştirmeli ve paylaşmalıyız".

İnönü, bir noktada belki haklıydı.

İkinci Dünya Savaşı ve sonrası Batı’nın kazandığı Atlantik dönemiydi.

Bir asker ve stratejist olarak İnönü’nün Atatürk’ün vasiyetini çiğnemesi belki bu açıdan haklı görülebilir.

Ama bugün geldiğimiz yerde artık Atlantik çağı bitti.

Asya çağı, Avrasya, Batı Asya Birliği çağı başlıyor.

Artık sosyal demokrat, liberal demokrat gibi zavallı Y-CHP muhalefet seçenekleri geçerli değil.

Artık ancak, Avrasyacılığın, kamuculuğun, halkçlığın esaslarını yazmış eski, hatta en eski CHP’nin Kemalizmi ile, altı ok ile iktidar seçeneği olunur.