Yaban makas

Yakup Kadri, ikinci basımına yazdığı önsözde Yaban’ı didaktik, hatta ajitatif bularak eleştirir; yine de yazmaktan kendini alamadığını, çünkü metni sadece kitap değil, çığlık olarak tasarladığını anlatır. Büyük kitaplar öyledir.
İlk basımından beş yıl sonra, 1937’de Almanya’da yayımlanan Yaban (dünyaca tanınmış tek yazarımız Shafak değil yani), Anadolu’ya gurbete giden bir “Türk” aydınını, Ahmet Cemal’i anlatır. “Türkiyeli” sakilliği yok o sıralar. Adamımız 1. Dünya Savaşı’nda kolunu kaybettiğinden Kurtuluş Savaşı’na katılamamış, işgal İstanbul’unun havasına dayanamadığı için emir eri Mehmet Ali’nin “cerahat gibi ılık” Porsuk Çayı dolaylarındaki, “donmuş bir konağa” benzeyen, “bataklıkta uyuz manda gibi kokan” köyüne yerleşmiştir. Kolsuz, garip, tuhaf adamdır Cemal; yaban.

Aydınla halk arasında, asırlık mesafeler var diye tanımladığı uçurumu ele alan romanda (bu arayı Twitter kapattığı için durum bugün daha da beter), adamımız başlarda iyi niyetlidir ve aydın için şöyle düşünür: “Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngiliz ile bir Pencaplı Hintli arasındaki fark kadar büyüktür.”

Üstelik Cemal bazen işi ileri de götürür: “Bunların hiçbiri ne yaptığını bilmiyor. Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir.” Uçurum öyle büyüktür ki adamımız, “köy halkının nasıl seviştiklerini” bile “tahmin edemez.” Bizim gibi göz göze de bakışırlar mı acaba, diye düşünür. Hatta romanın bir yerinde, emir eri Mehmet Ali, Ahmet Cemal’i, saçını taradığı için uyarır: “Bizde sadece kadın kısmı saç tarar.” Sabaha kadar “mırıl mırıl” kitap okumak da nedir hem, “Millet seni büyücü sanacak” diye dert yanar Cemal’e.

Yazar, ikinci baskıya yazdığı önsözde, aydın için, bugün solumuzun da belirli bir kısmını apaçık tanımlayan bir özeleştiri getirip koyar masaya: “Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendine buluyorsun... Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki ne biçeceksin?”

Cemal, evvela yakın durmak istese de Kurtuluş Savaşı’na dair tutumları yüzünden köylülerle arasındaki makas iyice açılır. Bugün de aynı. Savaş var işte! Bir kesimle diğerinin konum alışı arasında bugün de fark yok. Sadece roller değişti. Fakat makas orta yerde, açık duruyor. Bugün halkın kimi kesimi, neredeyse romandaki aydın; bir grup aydınsa romanda Yakup Kadri’nin ifşa ettiği halk sanki... Yeni Şafak, “İncirlik kapatılsın” noktasına gelebilmişken, “Türkiyeli aydın” ABD askerine savaş açılmasına hayli Fransız... Bak bunlardan kimisi Kuvayı Milliye deyip duruyor, doğru. Fakat birlikte yürüdüğü kişilere bakıyorsun... Tuhaf! Düşün, ülken dünyanın en büyük katiliyle savaşta; sen de güya Kuvvacısın, Atatürk’ün “yoldaşısın”. Fakat bu yeni savaşta şehit düşen memleketinin askerlerinden birinin bile adını anmaktan acizsin. Zorlanıyorsun.
Evet makas açıldıkça açılıyor sevgili okur. Daha da açılacak rahat ol. Ne diyordu Yakup Kadri Yaban’da: “Çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkân yoktur...”

DİL UKALASI

Ne acayip! Bazıları arka fon diyor, fon Fransızca, sahnede oyuncuların “arkasında” bulunan demek zaten. “Nüans farkı” diyen var, aşağı yukarı aynı şey nüans ile fark. Bazıları “tekrar yineliyor”, iyi de tekrar etmeyen yineleme yok. Geri iade edenler, ileri de ediyor mu; iade, zaten geriye doğru. Her özneden sonra virgül konulmaz; cümlenin anlamı virgüllü ve virgülsüzken değişmiyorsa im gereksiz. Çok satan harika kitapların yazarı değilsen söyleyeyim; hoş geldin, ayrı yazılır. Ayrıca gün adları, ay adları da sağında solunda rakam yoksa küçük; “şubat”, “25 Şubat”, “Şubat 2015”... Birçok ayrı yazılmaz çünkü bir, çok değildir. Birkaç ayrı yazılmaz çünkü bir, bir yere kaçmaz. Herhangi diye yazılır, “her hangi” değil. Her hangi, “hangi”lerin tümü demektir. Atilla İlhan değildir kaptanın adı, Attilâ İlhan’dır. Orhan Arıburnu diye biri de yok, güzel şairimizin adı Orhon Arıburnu. Nazım Hikmet değil, Nâzım Hikmet’tir ustamız. Cemal Süreyya değil, Cemal Süreya. Bir de Tomris Uyar’a İkinci Yeni’nin gelini deme saçmalığı var; Uyar, nefis bir hikâyeci sadece, gelinliği konumuz değil. “Yanlız” değil, yalnız, yalından geliyor. “Yalnış” değil, yanlış, yanılmaktan türüyor. Herkez, herkes. Evrak, ek alınca evrakı; hukuk da hukuku... Ukalalık mı ediyorum? Değil, vallahi değil, sadece görev. Dilin, herkes tarafından ben yaptım oldu mantığıyla kullanıldığı ortamlarda, insan ilk önce anlaşmayı yitirir çünkü; bu da çöküştür.

KİTAPLAR

* Emin Nedret İşli - Sahafnâme, Kırmızı Kedi
* Platonov, Birbirimiz İçin Yaşayacağız, Metis
Not: 10 Şubat Cumartesi, edebiyata meraklı Ankaralı dostlarla bir atölye yapacağım, iki hafta sonu sürecek çalışmaya katılmak isteyenler yaraticiokurluk