‘Yaban’dan bugüne değişen ne?
Bir yabanlık sarmış ortalığı. Bunu da giderken, yaşayıp gözlerken daha iyi kavrıyorsunuz.
Yaşadığımız bugünde “öteki Türkiye” öyle çok ki; hiç ötelere gitmeye gerek yok İstanbul’un göbeğinde ya da kıyısında, hatta bir sayfiye kasabasında pekala gözleyebilirsiniz bunu.
Şu bir gerçek ki; insan doğup büyüdüğü yerden/yurttan uzaklaştıkça daha çok yabanlaşıp başkalaşıyor. Aytmatov’un mankurtluk dediği de biraz bu: Kendi olmaktan çıkıp başkalaşmak, korkularını çoğaltarak, başka bir kimliğe bürünmek.
Türkiye, 1950’den beri bu süreci hızlıca yaşıyor. Köylülüğün çözülmesi, kentleri vasıfsız/mesleksiz insanların doldurmasıyla üretmeyen bir güruh adeta mankurtlaşıyor.
Deniz otobüsündeyim. Mudanya/Armutlu/İstanbul arası bir sefer.
Bir getto gibi yaratılan Armutlu’dan deniz otobüsüne binenlerin çoğunluğu birden havayı değiştiriyor. Ülkem ne Anadolu, ne Türkiye, ne sayfiye kasabasında bir yer... Mankurtlaşmış bir dolu insan.
Yerini bulmaya çalışan bir kadın, sıkmabaşlı, yetmişlerinde. Tutturuyor “ben erkek yanı istemedim” diye. Dayanamayıp soruyorum: “Biz insan mı yiyoruz, ne var otursanız, annem yaşındasınız ayıptır saygılı olun.”
Tek yanıt:
“O ne, ne saygısı...”
Dalaşmak yerine susuyorum.
Terbiye, adap hak getire...
İnsanların beden dillerine, davranış ve konuşmalarına bakıyorum... “Toplumun pedagojik eğitimden geçmediğinin sonuçları bunlar sanki,” diye yorumluyorum bu halleri...
Yer bulamama telaşı ötesi bir şey yolculuk kurallarını bilmeme.
“Çiçeklere dokunmayın”, “Yerlere tükürmeyin” yazılarını hatırlıyorum. Bunların boşuna olmadığını düşünüyorum ister istemez.
Yerler dolup da, o itiraz eden kadın yanımdaki koltuğa otururken demesin mi:
“Sonunda bana kaldın!”
Pişkinliği karşısında istifimi bozmuyor, Alain Badiou’nun “Yüzyıl”ını okumaya veriyorum kendimi. Yaşadığımız yüzyılı anlayıp tanımlamaya çalışıyor Badiou. Oradan bakınca, aramızdaki uçurumun neden/niçinlerini düşünüyorum ister istemez.
“Yaban”ı yeterince
anladık mı?
Yakup Kadri’nin “Yaban” romanının yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Yinelemeye gerek yok ama, gene de altını çizmeliyim; “Yaban” bir köy romanı değildir. Anlattığı gerçeklikler yüzyılın başında savaşlar çağında Anadolu’nun yakılıp yıkıldığı bir dönemde savaştan yaralarıyla dönmüş bir kent aydınının gidip sığındığı bir köyde gördükleri/yaşadıkları/hissettikleri sorgulayıcı biçimde anlatılır. Yakup Kadri bunu da günlük biçiminde, romanının kahramanı Ahmet Celal’e yazdırır.
Roman bize neyi anlatırsa anlatsın; bir, romancının romanını yazdığı dönem vardır, bir de romanında anlattıklarının geçtiği dönem. Onu yazmaya/anlatmaya iten nedenleri göremeden romanda ne söylemek istendiğini kavramak güçleşir bazen.
Yakup Kadri, 1932’de “Yaban”ı neden yazmıştır? Üstelik dönemini değil, 1914’lerin Anadolusu’nu, aydın ve köylü ilişkisini ağırlıklı olarak anlatmıştır.
Kurucuları arasında bulunduğu Kadro dergisi de Ocak 1932’de yayım hayatına başlar. Ömrü kısa olur (Aralık 1934/Ocak 1935). Denebilir ki; romancının “Yaban’da anlattığı nedenler (toplumun geriliği, aydının ve halkın yabanlığı vb.) yeni toplumun inşasında önündeki en temel sorunlar yumağıdır. Peki bunları aşmak için ne yapılacaktır?
İşte Yakup Kadri, “Yaban”la aslında hatırlatma yapar. 1920’de fitili ateşlenip 1923’te kurulan Cumhuriyet 10. yılına eriştiği günlerde nerededir, neleri yapabilmiş, neleri yapamamıştır...
Evet, bir tür hatırlatma ve göstermedir “Yaban”...
Yapamadıklarımız, yapmamız gerekenler...
1923’te Konya konuşmasında Mustafa Kemal şunları söylüyordu:
“Bu saydığım nedenlerden başka asıl bizim milletin, özellikle aydınlarımızın çok dikkatle, çok önemle göz önüne alması gereken bir neden vardır ve bence bu neden şimdiye kadar gelişemeyişimizin, en son kademede kalışımızın -unutmayalım- memleketimizin baştan başa bir harabe oluşunun gerçek nedenidir. Çöküşümüzün bu ana nedenini şu nokta oluşturuyor: İslâm âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden oluşmuştur. Biri çoğunluğu oluşturan avam, sıradan halk kesimi, diğeri azınlığı oluşturan aydınlar. Bozuk anlayışlı milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka anlayışa sahiptir. Bu iki sınıf arasında tam bir zıtlık, tam bir karşıtlık vardır. Aydınlar ana kitleyi kendi amacına ulaştırmak ister; halk kitlesi ve avam ise bu aydın sınıfına bağlı olmak istemez. O da başka bir yol belirlemeye çalışır. Aydın sınıfı telkinle, uyarıyla çoğunluğu kendi amacına göre razı etmeye başarılı olamayınca, başka araçlara yönelir. Halka baskıya ve zor kullanmaya başlar; halkı baskı altında bulundurmağa kalkar. Artık burada incelenmesi gereken asıl noktaya geldik. Halkı ne birinci yöntem ile ne de zorbalık ve baskı ile kendi amacımıza sürüklemeye başarılı olamadığımızı görüyoruz;neden?
Arkadaşlar!
Bunda başarılı olmak için aydın sınıfla halkın düşüncesi ve amacı arasında doğal bir uygunluk olması gereklidir. Yani; aydın sınıfının halka vereceği bilgiler, göstereceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Halbuki bizde böyle mi olmuştur. O aydınların etkileri milletimizin ruh derinliğinden alınmış ülküler midir?”
Peki, geldik 2016 Türkiye’sine, ne değişti?
Oradaki insanı üretici mi kıldık?
Meslek mi verdik?
Eğitimle mi donattık mı?
Çağdaş uygarlık seviyesine başkasının üretip donattığı teknolojik araçları kullandırarak mı vardırdık?
Hâlâ evinde dört duvar arasında, üretemeyen, günde 24 saat Tanrı’dan medet uman insan çoğunluğunu yaratarak, bunu da oy yüzdelerine endeksleyip siyaset yapmaya çalışanlar toplumda yaratılan/süren “yaban”lığın ne kadar farkındadırlar acaba?
21. yüzyılda AB’ye girme telaşındaki bir ülkede yolculuk sırasında kadınla erkek hala yan yana yol alamıyorsa, hangi gelişmişlikten söz ediyorsunuz siz. Güldürmeyin beni. Hâlâ “Yaban”ız. İçimizde ve dışımızda süreduruyor o ilkellik.