Yağmalanan hayat gösteren tarih...


Her gün, her yerde, hayatın her alanında yaşanıp duran çözülme, çatışma, ayrışma, toplumsal bilinç kayması yaşatıyor her birimizde. Bir başka deprem, bir başka fay kırılması bu alt üst oluşu yaşatan... Ardından gelen iç çekmeler niye, bakışsız sağaltmalar...
Dindirecek ne var sahi, bunca tarumarlıkta neyi iyileştireceğiz ilenip durmakla?!
Ruh gözü kapanan bir zamandan geçerken, vicdandan söz etmenin ne anlamı var?!
Yüzünüzü “iyi edebiyat”a dönünce bunların her birinin anlamını/değerini/değersizliğini daha iyi anlıyorsunuz aslında.
İsmail Kadare’nin İbret Taşı romanını okurken ister istemez duralayıp; yaratıcı bir anlatıcının hayal gücüne şaşarak bakıyor, öte yanıyla da bu çağda roman yazan birinin tarih bilinciyle vicdan duygusunu buluşturma yetisinin söyleneni nasıl anlamlı kıldığını anlamaya çalışıyorum.
Kuşkusuz Kadare tarihe yüzünü dönerek tarihte olup bitenleri anlatmak gibi bir çabaya soyunmuyordu. Toplumun belli bir döneminde yaşananları tarihselleştirip romanına taşırken; bir bakıma okurun/un içgözünü açmaya çalışıyordu.
Anlatılan, Osmanlı İmparatorluğu’nun hızla çözülmeye yöneldiği dönemdir. İsyanlar, ulusal bağımsızlık savaşları bu emperyal devletin birçok sorununu da gündeme taşır.
Yanya Valisi Tepedelenli Ali’nin isyanı baş edilemez düzeye gelince, çare savaşmaktır. İsyan, ayrılıkçılık terör rejimini egemen kılmıştır. Otorite gücünü böyle göstermektedir.
Kadare’nin tarih bilinci, edebi belleği, onu bir ülke tarihinin yangın zamanına döndürürken; bugün yeryüzünde olup bitenlere bakışını dillendirmede belirleyici oluyor. Anlattığı bir bakıma tiranlaşma öyküsüdür de.
Başkent İstanbul’un en gözde meydanında bir “ibret taşı” vardır. Asiler, başkaldıranlar, verilen işleri yerine getiremeyenler Sultan’ın hükmüyle katledilir, başları da ibret-i alem için getirilip birkaç günlüğüne burada halkın seyrine sunulur.
Bu taşın koruyucusu, bakıcısı Abdullah yeni bir “kesik baş”ı beklemektedir. Getirilense, Tepedelenli’ninkidir.
Osmanlı yağmalarken ulus/din/ırk gözetmez. Sınırlarını Viyana kapılarına dayarken de öyledir, adım adım topraklarını kaybederken de... Yazıksanmaz, gidene üzülmez çok. Uluslar topluluğu biraz da öyledir. Kendi varlığı için vardır ötekinin varlığı da. Ortaklık bozulunca acımasızlık, yeni bir yağma alıp başını gider.
İsmail Kadare çağının vicdanı bir yazar. Avrupa’nın bir kıyısında, bir zamanlar Arnavutluk’ta olup bitenleri biz onun kaleminden okuduk. Benzersiz anlatısı Kosova’ya Üç Ağıt, bizi tarihin de ötesine götüren bir bakışın ürünüydü. Canavar, Bir Ölü Ordunun Generali, Taş Kentin Günlüğü edebiyatın taşıdığı anlamı, gücünü bize gösteren benzersiz anlatılarıydı.
Toplumlarda yağma sürüyor, vicdan körelmesinin olduğu her yerde savaş ve acı vardır, yozlaşma ve çürüme, tiranlık ve boyun eğme, isyan ve öfke vardır diyordu Kadare.
O, bize, sıklıkla Arnavutların nasıl bir halk olduğunu, Osmanlı’ya dik başlılıklarının nedenlerini de anlatırken; aslında çağımızı yazıyordu. Totaliter rejimlerin dile/kimliğe/aidiyete neler ettiğini gösteriyordu.
İbret Taşı, yer yer Kürtlerin yeryüzündeki trajedisine döndürdü beni. Osmanlı’dan miras alınan son milliyetçilik hareketinin, uluslaşamama sancısının 21. yüzyıldaki silahlı savaşımının bu küresel yağmada nasıl oradan oraya savrulduğuna...
Bir sav, belki; Osmanlı Arnavutları “kullandı”, aslında savaşkan Kürtleri de...
Romanda yazılan halkların tarihi, ulusların kaderine bambaşka bakarız elbette. Bunu ben, “ileri tarih” olarak nitelendiririm. Yani, tarihçiden, bilim insanından da öte yeni ufuklar açan, düşündüren, buluşturan bir tarih bilinci vardır iyi romancının. Bir yere bağlanmaz, bir yere bağlamaz savlarını... Ortaya koyar, tartıştırır, siz kendi okumanızla kendi yorumunuzu yapın, der.
Kadare bu soy bir yazardır. Bu nedenledir ki çağının yüz akıdır, ve otoriteyle çatışır sürekli.
Kürtlerin böyle bir yazarı olmadı. Ama olacaktır... Bir gün Kadare gibi yazanlar, uluslarının serüvenini anlatıp yaşadıkları dramı dillendireceklerdir.
Aslında, bu romanı okurken, Özcan Alper’in yeni izlediğim Gelecek Uzun Sürer filmine dair aldığım notlara dönmüştüm. Birbiriyle bağlantı kurarak olmasa da, çağrıştırdıkları, zaman aşırı bir yolculuğa çıkarmıştı beni.
Yağmalanan zamanın bir ucunda, bir arada yaşarken ayrışmanın diline dönüşen çatışmanın neleri yaşattığını gösteriyordu bize Alper. Ardında bırakılanların ardına düşen bir gözün yolculuğuna çıkarıyordu her birimizi... İyi anlatılar böyledir; edebiyatta, sinemada... Size yağmalanan dünyada nelerin yapıldığını göstermez yalnızca, bunların nedenlerini/niçinlerini de getirip bilincinize taşır... İşte oradan sorgu ötesi bir yolculuğa çıkarsınız siz de...
Okuyun İbret Taşı’nı, izleyin Gelecek Uzun Sürer’i ve çağın/insanlığın yağmasına bir de oradan bakın derim sevgili okurum.

(*) İbret Taşı, İsmail Kadare;
Çev.: Yaşar Avunç, Kırmızı Kedi Yay., 2013, 197 s.