'Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz'
“Eğer gelecek hakkında daha çok şey bilseydin,
geçmişi taşımak daha da zorlaşırdı.”
Elias Canetti
Bir söz günlerdir zihninde dolaşıp duruyordu.
Varoluşumuzun anlamını bize gösterenin ne olduğu sorusu zamanla bir sorguya dönüşünce, ister istemez söz çadırları kuruyorsun kendine.
Adorno’nun ilk başta sözünü ettiğin düşüncesi bir bakıma da zamanın ruhunun içinden çıkıp gelen bir bakışı imliyor sana.
Günlerdir dünyanın geçirdiği sarsıntının yansılarını derinden hissederken kapanıp sözcüklerle yolculuklara çıkmak; yaşanan ağrıları, kayıpları, hatta kaygıları bertaraf etmek yerine bunların her birini anlamayı içeriyordu senin için.
Sözcükler ki zaman tutamaçları bize. Yalnızca bilmenin, iletişimin aracı değil; anlam verebilmenin, anlam kapıları açmanın da yolu yordamı oradan ağıp gelerek bilincimize yansıyor.
İnsanın dar zamanlarda sıkışıp kalmışlığının suskunluğu yaşanan iç/dış mekânlara yansıyor. Bunu o içe çekilen hayatın ritminin solukluğundan anlıyorsunuz.
Solgunlaşan yaşamın inadına doğanın açıklığı, günbegün renk değişimi şaşırtıcı geliyor sana. Adımladığın yollar, yaşadığın Alemdağ Reşadiye köyü çevresindeki ormanlık alanı dolduran bin bir çeşit kuşun günboyu süren cıvıltısı hayatın başka yerde nasıl aktığını hatırlatıyordu sana sürekli.
Jung’un “İnsan Ruhuna Yöneliş” kitabının satır aralarında geziniyorsun bu içe çekilen zamanın gölgesinde.
Biliyorsun ki, hayatın dengesini yaşayarak kurar insan. İnsana, bir düşe, bir düşünceye, bir yere giderek…
İnsanın varlığının sesini kısarsanız eğer, yaşamasız yaşama çağrı çıkarırsınız.
Düşünmeyin, sormayın, sorgulamayın; yalnızca verilen komutlara itaat eden bir robot gibi boyun eğerek yol alın.
Yani karanlığınıza gömülün, hayatın ve benliğinizin derinliklerine uğraklarınızı gölgeleyin… Dahası çıkan engellerle yeni bir benlik edinin…
Söylenmeyen, ama dile getirilen bu. İnsan ruhunu köleleştiren, bir tür aygıtlarla yol/yön bulan kobay olma hali.
Size hazırlanan ne şimdi, ne gelecek. Yani sunulan bir hiçlik. Alışın, ama her şeye.
İtaat edin, ama sorup sorgulamadan.
Susun, ama gölgenize bile görünmeyin.
“Nereye kadar,” sorusunu da silin hanenizden.
Pencereden bakıyorsun günün ilk ışıklarının doğuşuna. Hayatın masumiyetini çağrıştırıyor yeşille mavinin kucaklaşıp ufkun kızıllığını yok edişi…
Renk alaşımı öyledir. Bir rengin diğer renkle karışımı… Yani o akışkan melezleşme hali. Baskın olanı değil, birleşeni uyumluluğu seçiyor insan ruhu hayatta.
Doğru yaşamı kurabilmenin yolu da sanki bu!
Öyleyse elinizi çabuk tutun nefesinizi yakalamaya, toprağa dokunmaya. Ve size iyi gelecek yolculuklara çıkmaya, insanın insana kavuşma sevincinin özleminin ne yaman bir şey olduğunu yaşamaya.
Zamanınızın kapılarını açın, önce kendinize. Bakmayın size edilen sözlere; hatırlamaya çalışın her şeyi. Günü güne kavuşturmaya, yeni bakışlar edinmeye, yaşama ezberinizi bozup yeni bir yaşama gamı yakalamaya çalışın… Bezginliklerden uzaklaşıp kendinize yeni bir gökyüzü yaratmaya, kendi renginizi bulmaya…
Her şeyden öte kendiniz olmaya kapılar açın.
Unutmayın ki gereğinden fazla büyüyen, genleşen, sıradanlaşan her şey hastalık yaratır.
Ve bilin ki; Seçeneğimiz yok oysa, her şeyi hatırlıyoruz…
Hatırladıkça da kendimiz olma yolculuğunun neferi olmak için kendi patikamızı açmaya veriyoruz kendimizi.