Yaradılışa bilimsel seçenek

Yüzyılın sonuna gelindiğinde, devrimlerin yarattığı değişiklikler, insanların ilerlemeye ve toplumsal refaha olan inançlarını pekiştirdi. Hem ABD’nin kurucu babaları hem de Fransız devriminin başını çekenler, devrimi toplumların ilerleme yolundaki kaçınılmaz aşamalar olarak tanımladılar.

16. ve 17. yüzyıllardaki bilimsel devrim, hiyerarşik ve sonlu evren yerine sonsuz evreni; otorite ve usa vurma yerine de gözlemsel yöntemi amaçladı. Ancak bunlar çok az gerçekleşti. 17. yüzyılın biliminsanları İyonyalıların yaptığını yapamadılar; hiç yoktan yaratılma modeli yerine doğal bir evren modeli oluşturamadılar. Cusalı Nicholas ve Giordano Bruno gibi filozoflar uzay ve zamanda sınırsız, başlangıçsız ve sonsuza değin varolacak olan bir evren görüşünü yücelttiler; ancak hiçbiri bu görüşleri destekleyecek somut veriler toplayamadı.

Çoğu biliminsanı için evrenin başlangıcı, din ile bilimin buluştuğu nokta olarak durmaktaydı. Örneğin, Isaac Newton, Güneş dizgesinin oluşumu ve korunması için Tanrı’ya gereksinim olduğunu savundu.

KANT EVRENİN BAŞLANGICINA GÖZÜNÜ DİKTİ 

İngiliz devrimi ve Restorasyon döneminden sonra İngiliz toplumu tutucu bir evreye girmiştir. Değişim, evrim kavramları zamanla güncelliğini yitirdi. Evren de tıpkı yazılı biçime dökülmemiş olan İngiliz anayasası gibi bir dizi olayların oluşturduğu ve artık tamamlanmış olan bir ürün olarak algılanmaya başlandı. Bunun sonucu olarak da değişimler, evrimsel aşamalar ve devrimlerin bundan böyle yinelenmeyeceğine inanıldı.

18. yüzyılın ortalarına doğru Avrupa ve Amerika’da değişim rüzgarları yeniden esmeye başladı. Evrenin başlangıcına ilişkin tartışma canlandı. 1755 yılında filozof Kant, evrenin kaynağına ilişkin doğal bir açıklama getirdi; bu açıklama Anaxogoras’ın yüzyıllar önce oluşturduğu düşüncelerle büyük benzerlik taşıyordu. Döneminin gökbilim araştırmalarıyla yakından ilgilenen Kant, gözlemlerin, yıldızların uzayda eşdağılım göstermediğine, belli biçimlerde gruplaşarak Samanyolu diskini oluşturduklarına işaret ettiğini savundu.

EVRENİN KURAMI VE TOPLUMSAL DEVRİMLER

Kant, “ Evrenin Kuramı”nı oluşturduktan sonraki yıllarda Avrupa ve Amerika ortalığı silip süpüren devrimlerle çalkalandı. Bu devrimler, eski hiyerarşik toplumların tarih sahnesinden tamamen silinip yerlerine demokrasilerin geçmesi sürecini tamamlıyordu. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, devrimlerin yarattığı değişiklikler, insanların ilerlemeye ve toplumsal refaha olan inançlarını pekiştirdi. Hem ABD‘nin kurucu babaları hem de Fransız devriminin başını çekenler, devrimi toplumların ilerleme yolundaki kaçınılmaz aşamalar olarak tanımladılar. Demokrasilerin kurumları giderek kusursuz biçimlerine yaklaşırken insanların refah düzeyi de sınırsız olarak artıyordu. Jefferson, zorbalıkların hortlamaması ve ilerlemenin kesikliliğe uğramaması için dönemsel devrimlere gereksinim olduğunu savundu. Jefferson’a göre Amerikan Anayasası sınırsız revizyona açık olması nedeniyle bitmiş bir ürün olmadığını göstermekteydi.

BİLİM ARTTIKÇA İNSANIN GÜCÜ DE ARTACAK

İngiltere’de kimyacı Joseph Priestley, insanlığın gelişimine ilişkin genel kuramı özetledi. 1771 yılında  şöyle yazıyordu : “Bilimsel bilginin giderek artmasıyla insanın gücü artacak, maddi varlığı ve yasalarıyla doğa, insanın hizmetine girecek, yaşam koşulları iyileşecek ve insan ömrü belki de uzayacak, her geçen gün insanların mutluluğu artacak”.

İnsan toplumlarının durağan olmadığına, büyük çaba ve savaşımlarla sürekli evrim geçirdiğine, daima daha üst düzeyde örgütlendiğine ve yaşam düzeyinin giderek arttığına ilişkin devrimci kavram, bilim alanından hızla yandaş buldu. 18. yüzyıl sonlarına doğru İngiltere endüstri devriminde buhar makinelerini geniş ölçüde kullanmaya başladı. Kömür ile çalışan bu makineler jeoloji biliminin hızla gelişmesini sağladı. Kendisi amatör bir biliminsanı olan James Hutton, Yer ‘in kendisinin sürekli evrim geçirdiğine ilişkin bir kuram geliştirdi.