Yaşadığımız büyük kavga nedir?

Türkiye’ye karşı düşmanlık çemberi genişlemesini bitirdi. Çember artık kapandı.

Soykırım yalanı kendi caddelerimizde ‘soykırımla yüzleş’ pankartı oldu, yürüyüşe geçti.

Cumhuriyeti inkâra yönelenler, Birinci Meclisle 1921 Anayasasına yaslanıp sonraki 90 yılı parantez ilan ettiler. ‘Parantez’ vesayet demek imiş; yıkacaklarını söyleyip yürüdüler.

Türk ulus değil, etnisitedir diyenler, yeni anayasa taslakları yazmaya oturdular. Eşit vatandaşlık, anayasal vatandaşlık yapacağız dediler. Yani yurttaşların özgürlük ve eşitliğini ortadan kaldırıp, etnik gruplardan oluşan bir siyaset düzeni kurma hayalini TBMM kürsülerinden göstermeye giriştiler.

Türkiye vatan değil, ortak mekân diyenler, ortak vatanhisseleri dağıtılsın diye bağrıştılar. Utangaçlar bunlara yerel özerklik laflarıyla destek verdi, kantonculuğa koruma kalkanı kurdular. AB-D ile birlikte hendeklere sinip, oradan özerklik-özyönetim çıkarma gayretine girdiler.

“AB’ye girmek için ulusal egemenlikten vazgeçeceğiz” yazıları ortalığa saçıldı. AB lime lime dökülmeye başlayınca bunlar sustu; şimdi onların yerine doğrudan sahipler konuşuyor. AB’deki komiserler resmi raporları bir yana bırakmışlar, Türkiye’ye twitter üzerinden had bildiriyorlar.

“Ulusal olmaz,küresel düzenin egemenliğini benimseyeceğiz” diyen bilumum ‘yeni’ciler, küreselciliğin çöküşü karşısında dilsizlere dönüştüler. Yüz yıl önceki manda ve himayeciler gibi eşekten düşmüşe döndüler. ABD’nin başkanlık seçiminde iyice ortaya saçılan çürümüşlükte yaslanacak yer bulamıyorlar.

*

Bugün yaşadığımız sert zamanın temelinde, bu düşmanlık çemberinin kapanmış olması var. Önceleri birbirlerinden ayrı imiş gibi duran noktalar artık birleşti. Türkiye işte bu çemberin tam ortasında dört bir yanına bakıyor ve her noktayı hem aklı hem gönlü ile açık seçik görüyor. Bu çemberi bir kez daha yarmak için nefes alıp veriyor.

Nefes genişliyor. Çünkü vurucu silah olarak hukuk ile bürokrasiyi seçmiş olan yeni-sömürgeci AB’nin bakıp bakıp kendini dev sandığı aynalar çatladı. Çünkü ABD’nin Birleşmiş Milletlerin arkasına saklanıp büyüttüğü dünya imparatorluğu kokuştu. Kokusu her yanı sardı.

*

Türk ulusunun nefesi Finli Ahtisaarilerin Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı katında kabul gördüğü, Norveç’in Oslo odasında müzakereler yürütüldüğü, boyalı kelebek akil adamların ortalıkta uçuştuğu zaman kesilmişti. Türk ulusu, kentlerinde kasabalarında tüneller, hendekler kazılırken; herkesin gözleri önünde yollarına bombalar gömülürken nefessiz kalmıştı. Dillerinde ‘barış ve demokrasi’, ellerinde AB-D kartviziti, Türkiye’yi aynı Irak ve Suriye’de yaptıkları gibi emperyalizme teslim etmek için koşuşturanları seyrederken…

Türk ulusunun nefesi, varlığını ve egemenlik hakkını ‘vesayet’ sayanların hâkimlik ve savcılıkları zamanında tıkanmıştı. Dershanelerden bankalara, gazete – televizyonlardan holdinglere, Abant’tan Amerikan enstitülerine uzanan diyalogcu-ılımlı-İslamın küresel saltanatı, Türk ulusunu tık nefes kılmıştı. Maskesi şirket, vakıf, dernek; iç yüzü dini-merkezi cemaat; derin yüzü devletin istilası; çekirdeği ise yabancı ülkelerin istihbaratı olan bir istilacıyı seyretmek zorunda kalmışken…

*

İşgal kendi başına bir belâ! Ama işgalin sinsi türü olan istilânın bundan daha az bir şey olduğunu kim ileri sürebilir?

Kendini gizleyerek ilerleyen sinsi istila devri bitti; işgalciler açığa çıktı. Türk ulusu, varlığını ve egemenlik hakkını ortadan kaldırma amacına odaklanmış düşmanlık çemberini görüyor. Kesilmiş ve tıkanmış nefesi açılıyor. Gerçek barışın ve gerçek demokrasinin yolu da öyle açılacak: istila ortaya çıkarılıp işgal kırıldıkça.