Yaşama bakışımız: 'Seçme ikilemi'miz
Geçen gün bir edebiyat buluşmasında Saint Benoit Fransız Lisesi’nde öğrencilere Tahsin Yücel’in edebî kimliğini anlatırken, onu Türkçe yazmak / Türkçe düşünmekte nasıl bir başlama noktası kılabileceğimizden söz etmiştim.
Onun bir anlatıcı / metin kurucu olarak edebiyatın aynı zamanda düşünmek eylemi oluşuna dönük bakışını da dile getirmiştim.
Nasıl yaşıyor, düşünüyorsak öyle yazıyoruz. İşte bunu belirleyen de yaşamdaki seçimlerimizdir.
SORULAR VE 'BİZLEŞTİRMEK'
Tahsin Yücel sorular soran bir yazar olduğu kadar, sorular sormamızı da sağlayan biridir.
“Kimim Ben?” denemesinde bunu enine boyuna sorup sorgularken, “ben kimim” sorusunun insan yaşamındaki kaçınılmazlığının da altını çizer.
İnsan doğasının varoluşunda belirleyici olan ekin / kültür ortamının nedenselliğini de irdeler Yücel.
Özellikle de onun şu düşünceleri dikkate değer:
“…insan hep ekine doğuyor, ama içine doğduğu ekinin yüzde yüz arı, yüzde yüz bütüncül bir ekin olması gerekmiyor. Dahası, başka ekinlerin düşünsel ve araçsal ürünlerini sınırlarından içeri sokmayan bir toplum tasarlamak bile zor bugün, hep bir şeyler alıyoruz başka toplumlardan, aldıklarımızın kimilerini kolaylıkla benimsiyor, kimilerini benimsemekte zorlanıyoruz, ancak, zaman içinde, aldıklarımızın büyük çoğunluğu yabancılığını tümden unutturacak kadar bizim ve bizden oluyor.”
İşte bu “bizleştirme” eylemidir ki; ben ve kim/iz arasındaki ince çizginin de ibresini oluşturuyor. Yani, varoluşumuzu belirleyen etkileşimler, duyusal / düşünsel alışverişlerimizdir. Bu noktada da “kendi olmak” durumunu belirleyenin seçimlerimiz olduğunu söylemek isterim.
KENDİ OLMAK ZOR
Bireyin varoluşu da, toplumun biçimlenmesi de seçimler üzerinde kendi gerçekliğini bulur.
Renata Salecl, Seçme İkilemi adını verdiği kitabında, “kendi olmak pek kolay değil anlaşılan,” derken de; kapitalist dünyaya göndermeler yapıyordu aslında.
Tüketim toplumlarında kaçınılmaz olandır, önünüze sürekli “reçete”ler konur. Öyle ki; bu anlayış her türlü seçimimizde egemen olmaya başladı bile. Yeme içme kültüründen düşünmeye, siyasi tercihlerimizden eş seçimine kadar “strateji” önermelerinden geçilmez oldu.
Peki, tüm bunlar bizleri nereye götürür?
Gerçekten “kendi olma”mıza mı, yoksa olamama halini / hallerini yaşamamıza mı?
Kendi olamayan toplumun bu tür sürüklenişlerinin sonu derin bir açmazı getirdiği gibi; insanlarını güvensiz, kaygılı, kederli, hatta melankolik ve şizofren yapabilir.
ASIL SORU 'KİMİM BEN'
Düşünün ki; komplo teorileriyle yönetilen bir ülke... kendi iç / dış siyasetinin dinamizmini yaratmaktan yoksundur.
Kendi olamama hali; eğitim birliği kuramama, yeni kültür politikaları üretememe, özgür bireyi yetiştirememenin açmazı olarak gelip karşımızda durmaz mı peki?
Toprak ve üretim sorununu, aile sorunsalını çözemeyen bir ülke nasıl kendi olabilir ki?
Demek ki sorun, yalnızca “ben”in seçimi / yaşama ve kendi olma sorunu değildir.
Yaşama bakışımızı belirleyen yalnızca seçme durumlarımız değil, içine doğduğumuz toplumun ne / nasıl olduğudur.
Eğer bir başlama noktası bulmak istiyorsak, gene de “kimim ben” sorusunu sormak kaçınılmaz. Çünkü her şey asıl bu sorundan sonra uç veriyor... Hem seçimlerimizin neleri içerdiğini hem de seçme ikilemlerimizi nasıl yaşadığımızı orada daha iyi görebiliyoruz. Yaşam sorgusu olmadan yaşama bakışımızı kurmamız mümkün müdür sevgili okurum?