Yaşar Kemal: Sonsuzluk yurdu dediğimiz

Dağlar ve ovalardan başlayan bir bakıştayız sizinle. Günebaşlayan sözü karşılıyorsunuz. Öyle ki; karşıdaki görsel şölen bir dil olup dökülüyor aramızdaki zamana.

Zaman dediğimiz sizden söze, oradan yazıya yansıyandır şimdi:

“Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar. Kıyıları döğen ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurova’nın bükleri başlar.”

Oradayız işte, tüm bunları var edenlerin yurdunda.

Durdurulan her şey orada. Yeşilden griye, maviden zirvenin aklıklarına uzanan renk ağış- masındayız. Bakışlarınız ve sesiniz var; bizi dağdan denize, denizden de daha ötelerine eriş- tiren...

Sesteki söz, dildeki bakışsınız.

Gene de bir zaman ağışması var aramızda. İnsanı tedirgin eden bakışın yolcusu kesildiğinizde; o ada ütopyanızı anlamaya anlamlandırmaya vermiştim kendimi.

Kendi adında yalnız biriydiniz. Çağrınız tüm insanlığaydı; bunu gözleyen göz, dillendiren bakış olmanın ötesinde vicdandınız.

Sizde görünen / gözlenene kendimizi bu denli vermenin bir başka anlamı da vardı oysa. Tanımak / anlamak.

Çünkü her şey oradan başlıyordu.

Sık sık yinelediğiniz de bu değil miydi? Yazar, kendini nasıl anlatabilir sorusunu da sorduruyordunuz bize sık sık...

“Yöreyi anlatmak, kendini anlatmaktır asıl. Yani yaşamı anlatmak, kendini anlatmak demektir... Kendi kişiliğiyle birlikte, yöreyi anlatır, yaşamı anlatır. Epik gelenek budur. Her insanın bir yaşamı, yaşam karşısında bir tanıklığı var.”

Belki de çağrınızdaki çağrı, sözünüzdeki anlamı daha da katmanlandırıyordu.

Edebiyatın içinde duran / gezinen / öğrenmek anlatmak isteyen her birimize giden bakışın sesi olmayı öğretmiştiniz işte bu konumlanan bakışınız, taşıdığınız birikimle.

Gelince “anlatı anakaranız”ın yurduna değişenle değişmeyeni gözlemeye çalıştım. Görünenle görülmeyeni anlayacağınız. Yörenin toprak mülkiyet düzenini inceleyen Mübeccel Kıray’ın anlattıklarıyla sizin anlatınızı buluşturan gerçekliğin uzak - yakın duran yerindeyim işte.

İnsanın içine dokunamadığınızda bunların hiçbirinin görülemeyeceğini anlatmamış mıydınız bize?

İlk derlediğiniz Ağıtlar’a gidelim. Oradaki görülen ağuya, acıya neden olan hayatları ancak o yankılanan seslerde görebiliyorduk.

Siz gelip “Bebek”i, “Sarı Sıcak”ı, “Pis Hikâye”yi yazdığınızda artık o dünyanın ger- çekliğine de dokunmaya başlamıştınız. Çünkü size dokunan her şey yeni bir söz, yeni bir dile dönüşüyordu.

Anlayan ve anlatandınız. Söze gelenin göze de geldiğini söylerdiniz.

Düşlerdeydiniz hep. Kopulamayan, yaşanan; unutulmayan, hatırlanan. Vazgeçilemeyen yeniden yeniden yaratılarak bağlanılan.

Bu yanınızı anlatı “anakara”sına bağlayarak, “düşsel gerçekçi” demiştim size.

Öyle ki; adeta bunu kanıtlarcasına “Bir Ada Hikâyesi”ni yazmıştınız.

Geçişlerdeydiniz, zaman geçişlerinde. Tarihsele dönmeniz biraz da bundandı. Düşselliğinizin sizi / bizi hiç bırakmasını istemiyordunuz.

İnsanî olan bana yabancı değildir, dercesine yazıyordunuz.

Son yer, son sığınış dercesine kurmuştunuz ADA’nızı. Ütopya adası demiştim o Karınca Ada’nıza.

Şimdi, sizin o sonsuzluk dili yurdunuzdayım sevgili Yaşar Kemal.