YAŞAR KEMAL -(TAMAMI)
Televizyon kanallarında sanırım kitaba pek yer kalmadı, birkaç medyatik yazar dışında bu kanallarda yazar olarak tanıtılma şansınız yok, yalnız Betül Başar’ın Kanal B’de hazırladığı “Kitap Dünyası” programını bunların dışında tutuyorum. Medyatik yazarların değil, doğru dürüst, okunacak kitapların ardında o. Ben de karınca kaderince özellikle klasiklerin tanıtılmasında yardımcı oluyorum. Dede Korkut Hikâyeleri’nden, Araba Sevdası’ndan başlayarak günümüze kadar getirdiğim uzun listede Yaşar Kemal elbette unutulamazdı. Geçen yaz bu değerli yazarımızla Beyoğlu’nda, Yapı Kredi Kitabevi’nde karşılaştım, bir hanımın kolunda zor yürüyordu, yaşlanmıştı; elimi uzattım, kendimi tanıtırken, anımsamaz, diye düşünüyordum, yanılmışım; “Aa, o sen misin şu günlerde hakkında güzel yazılar yazılıyor,” diye gönül alıcı sözleriyle karşılaştım, anımsamaktan da öte, biz gençleri izlediğini de gördüm orada. Zor yürüse de zihniyle, belleğiyle “maşallah” dedirtiyor. Hemen iki kitabını imzaladı; Binboğalar Efsanesi kendisinden imzalı aldığım kitaplarından biri, bu vesileyle bir daha okudum büyük ustayı. Şunu anladım ki Yaşar Kemal gibi, Sait Faik, Nâzım Hikmet gibi yazarlara, Türkçenin bu büyük ustalarına zaman zaman yeniden dönmek, okumuş olsak bile, bir daha okumak gerekir.
Ömrümüzün her döneminde farklı tatlar, farklı kazançlar elde edebileceğimiz bir yazar Yaşar Kemal. Yaşar Kemal, denince öncelikle şunu vurgulamak gerekir, Türkçeye büyük bir güç vermiştir, Yunus Emre, Dede Korkut, Karacaoğlan gibi sanki Tanrı vergisi, büyük bir dil yeteneği var onda. Osmanlının “lisan-ı avam” diye, yani alt tabakanın dili diye aşağıladığı Türk dilinden, masalların, destanların, Türkülerin, tarladaki köylünün dilinden yararlanarak, büyük bir edebiyat dili, roman dili yaratılacağını gösterdi, çağdaş bir Dede Korkut gibi çıktı karşımıza. Bin Boğalar Efsanesi’ni okurken, Türkçe üzerine, dil üzerine yeniden düşündüm. Sık sık yinelediğim bir sözü burada bir daha söylemek isterim: Bizim tarihimiz ölü sözcükler mezarlığı, coğrafyamız yarı ölü sözcükler mezarlığı. Yaşar Kemal, Osmanlının yüzyıllarca süren “lisan-ı avam” aşağılaması sonucu, Anadolu’da dil dışında kalmış bir dil olduğunu gördü ve bu dili bugünkü edebiyat dilinin tam ortasına getirdi. Yani yarı ölü sözcükler onun kalemiyle canlandı. Yaşar Kemal’in o gün bana imzaladığı Bin Boğalar Efsanesi’ni okuduktan sonra bunu bir kez daha gördüm. Türkçe olduğu halde yok sayılmış, görülmemiş, ihmal edilmiş yüzlerce sözcük çıkıyor karşınıza, ayrıca bildiğiniz sözcüklerin bilmediğiniz kullanımlarıyla karşılaşıyorsunuz. Bin Boğalar Efsanesi de Çukurova’yı anlatan romanlarından biri, yer yurt edinme savaşımı veren Yörüklerin son kalıntılarının romanı, kovulan, itilen, hor görülen bir topluluğun romanı. Yaşar Kemal böylece aşağılanan insanoğlunun romanını yazıyor, yani evrensel bir konuya dönüştürüyor yerel bir olayı. Eşyaya, doğaya simgesel anlamlar yüklüyor, anlattığı her şey doğadan, evrenden çıkıyor, Yaşar Kemal’in oluyor.
Tekrar vurgulamak isterim, Yaşar Kemal’in dili çok önemli, yazar sağken, dili üniversitelerde incelenmeli, ne soracaksak sağlığında kendisine sormalıyız. Örneğin ben, sağ olsaydı, Memduh Şevket Esendal’a “gökkavşağı” sözcüğünü nereden bulduğunu sormak isterdim, ama iş işten geçti, soramam. Tarık Buğra’nın “dağdaş” sözcüğünü Konya köylülerinden duyduğunu kendisine sorup öğrendim. Sağken, yaşıyorken, Yaşar Kemal’e de diliyle, sözcükleriyle ilgili sorular sormalıyız. “İçim çiğsidi” diyor bu büyük usta, hangi dilde karşılığı var acaba bu deyimin? “Öfkesi geçti”, “öfkesi yatıştı” deriz, ama “öfkesi indi” demeyi Yaşar Kemal’de bulabilirsiniz.
Yaşar Kemal hep kendine yakışanı yapıyor, keyfince, gönlünce yazıyor eserlerini, gerçekten keyfince yazmak yakışıyor ona.