Yaşlılık gerçeği ile yüzleşelim

Sağlık Bakanlığı’nın insanlara “evde kal” çağrısı üzerine gözlenen manzaralar, yaşlılığın artık ciddiye alınması ve kamu politikaları üretilmesi gereken sosyolojik bir olgu haline geldiğini gösteriyor.

TÜİK verilerine göre, 2019 yılı itibariyle Türkiye’de 65 yaş üstündeki yurttaşlarımızın oranı nüfusun yüzde 9,1’ine ulaştı. Bu oran, yedi buçuk milyon insana tekabül ediyor. Son beş yıldaki artışın yüzde 22 civarında olduğu düşünülürse, sadece yirmi-otuz yıl içinde yaşlıların oranı Türkiye nüfusunun beşte birine yükselecek. Türkiye nüfusunun 100 milyon olduğu bu koşullarda, yaşlı nüfus 20 milyon olacak. Yaşlılık gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor.

19. yüzyılın sonlarında gelişmiş Batılı ülkelerde bile ortalama yaşam beklentisi 50 yılı bulmuyordu. ABD, 1935’te sosyal güvenlik sistemini kurduğunda emeklilik yaşı 65, ortalama yaşam beklentisi 65 yıldı! Bugün Türkiye’nin gelişmiş bölgelerinde yaklaşık 78 yıl olan ortalama ömür beklentisinin, 2050 yılında 81’e çıkması öngörülüyor.

Modern dünyanın kuruluşu tıbbın, hijyenin, ilaçların ve konfor koşullarının gelişmesini sağlayarak insan ömrünün uzamasına, bebek ölüm oranlarının düşmesine ve toplamda nüfusun artmasına imkân sağladı. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, sosyal refahın yaygınlaşması, kentleşme, tüketim toplumu davranışları ve değişen diğer sosyo-kültürel değerler doğum oranlarında azalmaya neden oldu. Öğrenim nedeniyle gençliğin uzaması, aile kurmanın ileri yaşlara, çocuk sahibi olmanın bundan da ileri yaşlara doğru geciktirilmesi, nüfus artış hızını düşürüyor. Nüfus artış hızının düşmesi ile yaşamın uzaması birleşince, nüfus piramidinin en tepesinde bir genişleme oluşuyor. Toplum görece yaşlanmaya başlıyor. Eskiden marjlarda yer alan yaşlı nüfus, giderek toplumsal bir olgu ve dolayısıyla sorun olarak gündeme geliyor. Hükümetlerden siyasi partilere kadar kamu politikasına kafa yoran her aktör, yaşlanan bir insanlık durumu için artık hazır olmak zorundadır.

Yaşlılık, eskiden aile-akrabalık bağları içinde üstesinden gelinen bir sorun idi. Ancak günümüzde toplumsal hareketliliğin artması, pek çok bireyi ebeveynlerinden başka şehirlerde ya da metropollerin birbirine uzak bölgelerinde yaşamaya zorluyor. Kendi kendine yetmekte zorlanan yaşlıların ihtiyaçları bu gibi durumlarda, ailenin işlevlerinin bir kısmını devralan ikincil toplumsal dayanışma kurumları tarafından karşılanır. Huzurevleri, sosyal belediyecilik hizmetleri vb. yoluyla yaşlıların ihtiyaçlarının karşılanması sağlanır. Ancak bazı insanların huzurevlerine ödenecek parası olmayabiliyor. Bazıları bu tür kurumlara erişim imkânı olmayan bölgelerde ikamet ediyorlar. Bazıları da değişen toplumsal değerlere uyum sağlayamadığı ve bunu kendisine “yediremediği” vb. için ikincil dayanışmanın dışında kalmayı tercih ediyor. Modern yaşamın bir verisi olarak bu tür insanların sayısının bundan sonra sürekli artacağını anlamak gerekiyor.

Özellikle kalkınma derdi olan azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde nüfusun genç olması, üretimin artırılması için ihtiyaç duyulan insan gücü açısından elzemdir. Üretimden düşmüş, kendi kendine yetmeyen, bakıma muhtaç ve dışlanmış hisseden büyük bir kitle anlamına geldiği ölçüde yaşlılık, genç ve çalışan nüfusun üzerinde bir baskı unsuru olarak algılanabilir. Nüfus içindeki yaşlı payı arttıkça, bunun yeni türden sosyal çatışma ve ötekileştirmelere dönüşme riski bulunuyor. Bu nedenle mevcut rantiyeci sistemin hem üretime bakışından hem insan kaynaklarını değerlendirme biçimlerinden köklü bir kopuş ihtiyacı, yaşlılık olgusunu nasıl yöneteceğimiz sorusu karşısında da kendisini dayatıyor.

Yapılması gereken bir yandan yaşlılık olgusunun mevcut haliyle “toplumsal sorun” boyutunun farkına varmak ve çözüm için programlar geliştirmek iken diğer yandan yaşlılığı bir sorun olmaktan çıkarmaya dönük sosyal politikaları inşa etmek. Önümüzdeki dönemde, her şeyden önce yaşlıların kendilerini ve toplumun yaşlılığı algılamasını değiştirmek zorundayız. Bunun için yaşlılara yönelik belediye hizmetleri gibi yüzeysel tedbirlerin ötesine geçen bir kamu politikası anlayışına ihtiyacımız var.

Yaşlı insanların dayanışmacı toplumsal ilişkiler içinde, hayatlarının merkezine çalışmayı, üretmeyi, okumayı, sporu, hobiyi ve yaşamdan zevk almalarını sağlayacak ruhsal-entelektüel etkinlikleri koyabildikleri bir yaşam deneyimine sahip olmalarını sağlayabilmek ise hiç şüphesiz her şeyden önce bir “sistem” sorunu.