Yazarak hayatı karşılamak
Yazının hayatımızdaki karşılığının ne olduğunu düşündüğüm olur sıklıkla. Yineleriz: Okuyan bir toplum değiliz!
Okumayınca yazamayacağız kesin. Yazmanın önünü açan bir uğraştır okumak. Bunun eğitiminde okuma biçimlerinin neleri içerdiğini gösterir, anlatırız okullarımızda, üniversitelerde. Başlı başına bir okuma/yazma eğitimi dersi olmasa da, uygulamalarla gösterir, genç insanları buna hazırlarız. Yayın dünyamızın görünümü, gazetelerin tirajı kadar içeriği okuma/yazma eğitiminde nerede durduğumuzu gösteren bir ölçü.
On sekiz milyonu bulan öğrencisiyle Türkiye’de okuma/yazma sorunundan söz ediyorsak eğer, demek ki eğitimde iyi gitmeyen, oturmayan bir şeyler var. Cumhuriyet’le birlikte yeni çağa, yepyeni bir döneme adım atan Türkiye’nin aydınlanma girişimi sekteye uğramıştır.
Bugün itibariyle Brezilya’nın önüne geçerek IMF’ye borcu olan ülkeler sıralamasında ilk sırayı almamız ülke yönetiminin nasıl bir seyir izlediğinin en iyi göstergesidir. Bir yanda büyüme hacmi geniş bir ülke, öte yanda borçlarla gemisini yüzdürmeye çalışan bir yönetim.
Bunun salt bugüne özgü bir olgu olduğunu düşünmüyorum. Geçmişten gelen birikim katlanarak büyüyor. Sanırım eğitimdeki en temel sorunlarımızın kaynağında da bu var: Yönetimsel yetersizlik, zihniyet değişimini benimseyememe... Özcesi, aydınlanma düşüncesinin hangi mecralardan geçebileceğini görememe... Çağı yakalamak, tüketim kültürünün alanlarını genişletmekle olmaz. Bunun aynası eğitimdir. Burada başarılı olamadığında öteki alanları gelip başkaları kolaylıkla dolduracaktır. Nitekim ülkenin bugün geldiği nokta burasıdır. Kimliksizleştirilen bir toplum, aidiyetini yitiren bir gençlik, duyarsızlığı bayrak edinen bir anlayış egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Kendi olmadan başkası olabilme savaşımını veren, kendi değerlerini tanımadan ötedekileri “değer” bilip sarılan bir güruh yetiştirdiğimiz kesin. Bütünüyle bunlara baktığımızda hayatı karşılama bilgisi olarak yazmanın ne kadar uzağında olduğumuzu görebildiğimiz gibi; bundan yoksunluğun açtığı sonuçların izleyicisi kesilmemiz de yabansı gelmemeli! Raymond Williams’ın “Anahtar Sözcükler” adlı kitabını (*) okurken, bu türden “kurucu kitap”lardan uzak olmamızın, okuma/düşünme kültürümüzün eksikliğinden kaynakladığını gözlediğimi söylemeliyim. Yüzyıllardır oluşagelen kültür tarihinin çok ötesine geçmeye gerek yok. 20. yüzyılın Türkiyesi’nin anlatan, yaşama kültürünü içeren, toplumun kültür ve sözvarlığını yorumlayarak dile getiren bir sözlük kuramamış olmamızı başka neye bağlayabiliriz? Tüm bunların yanıtı Williams’ın bu sözlüğünde yatmaktadır.
Kitabın çevirmeni Savaş Kılıç’ın yerinde dileğini burada yinelemek isterim: “Sözlükten beklediğimiz bir diğer yarar da, Türkçe’nin benzer bir sözlüğünün oluşturulmasına, dolayısıyla bizim kültür tarihimizin araştırılmasına, örnek olmak suretiyle katkıda bulunması ümididir.” Ama o yolun açılmasının öncelikle okuyan yazan bir toplum olmamızla gerçekleşebileceğinin altını çizmekte yarar var. Anadili konuşmak aynı dilde anlaşmak, hayatı anlamak anlamına gelmiyor. Williams şöyle diyor: “... her grup kendi anadilini konuşmaktadır, ama özellikle güçlü duygular ve önemli fikirler söz konusu olduğunda kullanımlar farklıdır.” İşte bu farklılığı ortaya çıkaran da yazınsal/düşünsel yapıtlardır. Okumak, bu anlamda, kendini tanımak kadar, başka sözlerin anlamına doğru çıkılabilecek yeni yolculuklara da hazırlar insanı. Bir adım ötesinde ise hayatı kavrama bilgisini bize veren yazının kapılarının açıldığını görebiliriz. Okuyan/yazan bir toplum; düşünen, konuşan, anlayan, tartışan, yeni yeni düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlayan, farklı bakış açılarını içinde barındıran, zenginleşerek çoğalan bir toplumdur.
Hayatı karşılama biçimi olarak yazmanın ne anlama gelebileceğini biraz da böyle düşünmek gerek sevgili okurum.
(*) Anahtar Sözcükler, Raymond Williams, Çev.: Savaş Kılıç, 2005, İletişim Yay., 416 s.