‘Yazıcı’ mı, yazar mı?
Kendinden çok emindi. Hele hele yazdıklarından...
“Oturup yazdım, oldu,” edası küçük dağları ben yarattım havasındaydı. Söz edip durduklarını bir “reçete” gibi görmüş olmalıydı ki; her sözünün başında “hayranlarım” deyip duruyordu.
Bir ân o eda, o “yazı”ya kibirli bakışını görünce; “sahi yazmak/yazarlık bu mudur,” diye sordum kendime.
Yazıyı araçsallaştırırken insan kendi egosunu demek ki böyle savurabiliyor...
Bir yaşamdan taşıdıklarını sindirmek, özümseyip bir yaşama aurasına dönüştürmek yerine; böylesi şişkin egolarla “yazıcı” kesilmeyi seçiyor çoğu kalem oynatanlar.
Evet evet, günümüzdeki kitap yazıcılarından söz ediyorum. Okumak, iyi okur olmak yerine “yazıcı” olmayı seçenlerden... Yazarak bir yerde olmak, vitrinde görünmek, bir paye peşinde koşmak isteyenlerden...
Kuşkusuz bu karşılaştığım bitek örnek değil.
“Okurum velinimetimdir,” diyen biriyle ilgili bir haber okumuştum geçen gün; köyün muhtarı gibi mührüyle gezindiğini anlatıyordular. Tam da distopik bir öykü kahramanı gibi. Yoldan geçerken elinde kitap gördüğü herkesi çeviriyor (ki, kitap okuyanlar ülkesinde yaşadığımız için) çıkarıp mührünü basıyor kitabın ilk sayfasına. Yazılan kitapların kendi kitabı olduğunu sanmasına itirazları dinlemeden üstelik!
“Tek yazar benim!”
İşte “pop yazar” çağını böyle ördük sevgili okur.
Bölünmüş benliklerin hezeyanını yazıda görmek... Her kitabın adeta sancılı bir mayın gibi ortaya bırakılması...
Yayıncıların bu konudaki özensizliği... Her şeyin paraya dönüşebileceği anlayışının giderek egemen olması...
İnsana insanı anlatan, dünyanın gidişatından söz eden, boyun eğerek rıza toplumuna dönüştürülen zihniyetin neden niçinlerini sorgulayan bakışı öne alan bir anlatıcıya sırtına dönen yayıncılık anlayışıdır biraz da bunları var eden.
***
İki milyon kitaplık “Millet Kütüphanesi”nin açılışı, ne dersek diyelim Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş felsefesinin bir göstergesidir. Yani çağdaşlık bilincine erişmek istiyorsak bunun yolu okumaktan geçiyor.
Eğer ki yazan toplum olmak istiyorsak okumanın taşlarını döşemeliyiz ilkten. Yazacak kişileri, düşünen insanları yetiştirmek istiyorsak bu kaçınılmaz.
Kendini bilmek, kendinde olmak, adiyetini gözeterek yazmak işte o zaman sizi bir anlatıcı kimliğine büründürür. Karşınızdakini kendiniz gibi bir “okur” olarak görmeye başlarsınız ilkten.
Yazan toplum olmaya yöneliş süreci günümüzde böyle böyle oluşacak gibi... Yani önce yazıp, sonra okumaya dönen insanları uyararak, onlara şu budalalıklardan vazgeçmelerini göstererek. Yazdıklarının neden yetersiz olduklarını gösteren bir yayıncılık anlayışını da egemen kılarak...
Öyle ki, şunu da görmek zorunda kalacaklar: Okur asla velinimet filan değildir. Okur okurdur. Üstelik okuru hayranınız görmek budalalıktır.
Budalalık...
İyi kitabın/yazarın ışıltısının düşmediği her yerde en çok olan...
O nedenle derim ki, kütüphaneler her yerde olmalı; önce evlerde, semtlerde, mahallelerde... İnsanlar önce okumaya özendirilmeli, okurken de yazmaya...
Yazan toplum olmak birçok sancımızı alır, birçok kötülüğün önüne geçebilir. Bizi biz olarak tanımlar, vandallıklardan arındırır.
İşte yazan kişinin de bu tür budalalıklar yerine okuru okur kılabilecek bir bakışı edinmesi gerekir önce.
Bunu da, Yaşar Kemal, Orhan Kemal’e yazdığı bir mektubunda şöyle dile getirecektir:
“İyi sanatın arkasındaki güçlü, namuslu, bükülmemiş adam bence sanatından daha makbul. Fikret’i şiirlerine tercih etmek isterdim. Seni de, ne kadar çok sevdiğimi bildiğin romanlarına, tercih ederim. Ne kadar güzel yazarsam yazayım, beni de romanlarıma tercih etseler. O kadar iyi, namuslu adam olabilsem.”
Evet, söz geldi “yazar olmak ne anlam içerir”e dayandı sevgili okur...