Yazılan bir roman: (2) Sözün dönüşümü

Uslanmaz bir yolculuktu benimkisi, biliyordum!

Tarihten, tarihi kişilikten yola çıkarak roman kurmak bana çok durağan, hatta anlamsız geliyordu! Üstelik dönüp yaşadıklarımıza, tanıklıklarımıza bakınca; yüzleştiğimiz tarihle (dün) yazılan (bugün, bir bakıma yaşanan ) tarihin kesişme ,örtüşme noktalarına bakmanın doğru bir yaklaşım olabileceğini düşünüyordum .

“Yitik Hoca”nın Ankara’dan çıkıp İstanbul’a gelmesi, Abdi İpekçi’yle “kader” arkadaşlığının ona yansıları...Bu yakın öldürülmesi sonrasında yaşadıkları...

İpekçi’nin zorlamasıyla gidilen bir sempozyumda tarihin bir başka boyutuyla yüzleşme… İtalyan bilim adamının Pirî Reis’in kölesi Lazario’nun “Gelibolu Günlüğü”nden yola çıkarak sunduğu bildiri...Yakınlaşan iki bilim adamının Gelibolu yolculuğu...Yaşlı müzecinin anlattığı Pirî Reis...Üçüncü bir yüz/kimlik gibi ortaya çıkar.

İpekçi’nin öldürülmesiyle “Pirî Reis Dizi Yazısı”nı tamamlayarak İpekçi’ye olan gönül borcunu ödemeye çalışan “Yitik Hoca”... O, bu çalışmasının ardına düşer . Günlerce Kitab-ı Bahriye’nin sayfaları arasında gezinir durur… Kütüphaneci dostu onu yaşlı bir sahafa gönderir, araştırdığı konu ile ilgili daha çok bilgiye onun aracılığıyla ulaşabileceğini söyleyerek... Kan gövdeyi götürdüğü bir dönemde korsan hikâyeleri okuyan, konuklarına müşterilerine bunları ballandıra ballandıra anlatan Yaşlı Sahaf, onun yolunun ilk anahtarı olur. O da ikinci bir el sunar “Yitik Hoca”ya. Bu kez gidip kapısını çaldığı Uzun Yol Kaptanı, Çaka Bey’den başlayarak, tarihin unutulan yüzünü sorgular… Göçebelik ve deniz, Akdenizli olmak, Doğu-Batı üzerine anlatır durur… tüm bunların ardından da gidebileceği bir başka yolun sırrını verebilecek birisinden söz eder: Kaptan dostu, deniz hukukçusudur. Barbaros Kardeşlerin barbarlığının sorgulayan bir çalışmanın yoğunluğundaki deniz hukukçusu ile ortak noktalarda buluşan “Yitik Hoca”, bu kez de onun önermesiyle fantastik öyküler yazan bir yazarın kapısında bulur kendisini...

Tarihin unutulan yüzünü, parçalanan zamanın bireyin algı kapılarını nasıl zorladığını , hatta “tarih”in bu aralanışta nasıl “tahrif”/”tahrip” edildiğini görür…Bir türlü dizi yazısını şekillendiremez… ”12 Eylül” olmuştur. Üniversitedeki görevinden ikinci kez atılmıştır..

Bir davette rastlaştığı tarihsel oyunlar yazan bir dostu ile söze dururlar… Ziya Gökalp üzerine bir oyun yazarak, pompalanan Türk-İslâm Sentezi’ni eleştirmeyi tasarlayan bu dostunun bir sonraki buluşmalarında verdiği bir çanta dolusu “evrak-ı metruke” “Yitik Hoca”yı bir başka kıyıya getirmiştir…

Oyun yazarının bir yakınının ailesine ait bu belgeler arasından Silâhdar Mehmet Efendi’nin elyazması kitabıyla notları, bir de onun torunu İttihat Terakki’nin Doğu Müfettişi Silâhdar Asaf Bey’in “Doğu Günlüğü” ve raporu çıkar… Silâhdar Mehmet Efendi Enderun’da yetişmiş bir tarihçi ve coğrafyacıdır, aynı zamanda deniz okulunda ders verir. İbrahim Müteferrika’nın da yakın arkadaşıdır. Katip Çelebi’nin Cihannüma’sını yayına hazırlamıştır Osmanlı’da öldürülen ilim adamları üstüne yazdığı kitabı İbrahim Müteferrika yayın programına almıştır. Matbaası kapatılınca, bu kitabın elyazması çoğaltılır, elden ele dolaşır… Saray’a ulaşan bu kitap sakıncalı görülür, Silâhdar Mehmet Efendi hakkında ölüm fermanı çıkarılır. O günlerde İstanbul’da veba salgını vardır. Silâhdar Mehmet Efendi kaçak yaşamaktadır. Burada yer alan günlüğü, notları da o salgın sırasında yazdıklarıdır.

Gece sabaha kadar bunları okuyan “Yitik Hoca”, giderek vazgeçme kıyısına geldiği dizi yazısından sonra ne yapacağına bir türlü karar verememiştir. Kendi durumunun, veba salgınındaki Silâhdar Mehmet Efendi’nin trajedisinden pek farklı olmadığını görür. Salgın bir başka boyut almıştır... Osmanlı’dan bugüne öldürülen bilim insanları ve aydınlar üzerine bir şeyler yazamadığına da üzülür. Silâhdar Mehmet Efendi ile yüzleşmesi ona neden “Yitik” adını taktıklarını düşündürtür bir kez daha…Yıllar önce, Gelibolu’da otelde gece gördüğü rüyayı anımsar.. Borges’in sözlerine döner.. Yüzleştiği sorunsal, ne üstüne yazmak, yazarken de hangi malzemeyi kullanmak gerektiğini sorgulamanın da kıyısına getirmiştir onu… Ötesi , belki de ona yakıştırılan “yitik”liği kaldırabilmenin yeni bir serüvenine atılmaktır… Yazacağı şey, yani “metin” ise ,‘ne olmalıdır’ı okura sezdirebilecektir, belki!

***

Okurken nerelere uzanırız , yazarken önümüzde hangi kapılar açılır...Geçen yazımda belirttiğim ‘keyif okumaları’ işte böylesi kanatlandırmaları getirebiliyor…. Sonraki okumalar görev, bilgi edinme , ‘dolgu’ okumalarıdır olsa olsa! Bu kıyıya gelince , daha çok okumak , daha çok yazmak istiyorsunuz kaçınılmaz olarak..

Yazılmaya başlanılan romanla izdüşümsel yolculuğum sürerken, bunun eksenindeki her yeni okumada yazının labirentlerinde dolaşmanın gizeminin hangi anlamları içerdiğini görmeye çalışıyorum...

Okumak, bir bakıma, yazmak eylemimizin vazgeçilmez yanı değil mi? Tıpkı hayat gibi...

1998/2020, Bozcaada