Yazlık sinemalar nostaljisi

Popüler tanımlamada “bir zamanlar “diye başlayan yazlık ya da bahçe sinemaları, hep; geçmişe duyulan özlemin gazoz şişeleriyle çekirdek sesleri arasındaki bir yerlere sıkışıp kalmıştır. Tahta sandalyelerle, beleşçilerin konumu ise; bunun bir başka versiyonudur.

Nerede o eski… Diye başlayan bir sözcük, aslında yalnızca yaşanıp da tüketilmişlerin özlemine duyulan sırdan, alışıldık, bildik ve de ezberledik bir gönderme değil, onunu da ötesinde, şimdiki zamanın orta yerinde, gelecekten firar edip geçmişine sığınmak, belki de; biraz kendi içinizde kaybolmak gibidir…

Oysa ki yazlık ya da bahçe sinemaları içtiğimiz Olimpos gazozlarıyla, tahta sandalyeler üzerinde, gazete kağıdından yapılmış külahların içinden avuçladığımız çekirdeklerin çok ötesinde, nostaljinin bildik “nerede…” lerine bırakılmayacak kadar da, gündelik yaşam biçiminin ciddiye alınması gereken yazılmamış bir tarihidir.

Gündelik yaşamın tarihi aynı zamanda resmi tarihe çelme takmak gibi bir şeydir… Büyük büyük laflar, dizi dizi sayılar, unutulmaması gereken tarihler içermez çünkü günledik yaşama ilişkin tarih. Olabildiğince sade, olabildiğince olağan, hatta sıradan diyebileceğimiz, ama asla unutmayacağımız, ama bir o kadar da yaşarken ıskaladığımız, ancak yitirdikten sonra anımsamaya çalıştığımız, çoğu kez de içinde “nerede o eskileri ”bulmaya çalıştığımız bir tarihtir.

Yok olan nedir? Diye sorar Ülkü Tamer, sonra da; “Bir olgunun bir yaşam biçiminin tarihi mi? Her yok oluş’un ardından, bir zamanlar deyip, giderek yaşlanıyoruz. Yaşlanan her yeni kuşağın, zamanı gelince bir geriye dönüş yolculuğuna çıkması kaçınılmaz. Mahalle aralarındaki bahçeli yazlık semt sinemalarından gelip geçmiş bir kuşak olarak, birbirine çakılı tahta sandalyeli , Olimpos gazozlu, leblebili çekirdekli günleri: n’ayır’lı n’olmaz’lı Yeşilçam filmlerini anımsamamak mümkün mü? Taş değiliz ya…” der…

Pınar Kür ise bir başka pencereden bakar yazlık ya da bahçe sinemalarına? “Bahçe sinemasının suskunluğa dayalı olmayan, tam tersine yaz gecesinin ay ışığına açık şamatalı bir estetiği vardı. İskemleleri kırık dökük de olsa…” diye…

Herkesin yazlık sinemalara ilişkin tarihi, sonunda “birbirlerine bağlanmış tahta sandalyeler”, “Olimpos gazozu”, “leblebi çekirdek” ve de civar evlerin balkonlarındaki beleşçiler” le ortak bir payda da buluşsa da, kimi farklılıklar da taşır. Önemli olan da o farklılıkları; “nerede o eski”lerden arındırıp, gündelik yaşam tarihinin, yazılmamışama bundan böyle hiç yazılmayacağı anlamına gelmez-gerçek tahinin içine sokabilmektir.

Üstelik bir şeyleri geleceğe aktarmak için, onu ille de yaşamış olmak gerekmez. Çünkü gündelik yaşamın tarihi, yalnızca yaşı yetenlerin yazması gereken bir tarih değildir. Aksine aktarılanları nostaljinin oldukça naif süzgecinde geçirip, eledikten sonra, yeniden yorumlayıp, geleceğe aktarabilme istek ve becerisidir.

Onun içindir ki, yazlık ya da bahçe sinemalarının tarihi, iki gazoz şişesiyle, birbirine bağlanmış tahta sandalyeler üzerinde çıtırdatılan çekirdeklerden ibaret olmadığı gibi, “nerede o eskilere” bağlanmayacak kadar da zengin, bir başka tarihtir…

Ama ille de “Bütün genç kızların Belgin Doruk, delikanlıların Ayhan Işık olduğu dönemlerdi…” diye başlamak istiyorsanız, inanın, ona da bir itirazımız olmaz…

Önemli olan filmden ziyade, “Oralarda olabilme” durumu değil mi?