Yazlık sinemalar ya da nostaljiye kaçış

Zaman zaman nostaljiye yelken açmak ya da daha genel tanımlamasıyla geçmişe duyulan özlemlerin peşine takılmak, soluduğumuz havanın bunaltıcı etkisinden kaçmak, bir yerlere sığınmak gibi bir şey oluyor. Üstelik, biat etmeyeni ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerin giderek tahammül edilmez olduğu, nefret söylemlerinin ayrıştırıcı bir üsluba dönüştüğü bir ortamda, geçmişe yönelmenin, bir zamanlar toplumca ortak paydada buluştuğumuz kimi güzelliklerin bir kez daha anımsanmasında, ne sakınca olabilir ki?
Gündemdeki kimi sevimsizliklerden kaçarak azıcık soluklanmak için biraz gerilere gidelim. Çok değil, hani, ailecek –kimi zaman mahallecek- gidilen yazlık ya da bahçe sinemaların yaz akşamlarının kaçınılmazı olduğu o günlere dönelim.

BEYAZPERDE KARŞISINDA ÜÇ KUŞAK

Televizyonun yaşamımıza girmediği, anlamı bile kimselerce bir türlü açıklanmayan kentsel dönüşüm gibi sözcüklerin kullanılmadığı, henüz gül bahçeleriyle çınar ağaçlarının betona yenik düşmediği, tek katlı bahçeli evlerden, çok katlı apartmanlara geçilmediği, yani İstanbul’un İstanbul olduğu o mutlu dönemlerde her semtte değil, hemen hemen her mahallede yazlık sinemalar vardı. İzlenirken çekirdek yenen o yazlık ya da bahçe sinemaları; yalnızca filmlerin gösterildiği, birbirlerine çivilenmiş bir dizi tahta sandalyelerden ibaret değillerdi. Onların da ötesinde; bir toplumun, bir mahallenin ve de bir ailenin aynı anda, aynı filmde bir araya gelerek, sevinçlerini, kahkahalarını, kimi zaman hüzünleriyle gözyaşlarını, ufak bir ücret karşılığında dışa vurdukları ayrıcalıklı yerlerdi de...
Yazlık sinemalar aynı zamanda, dededen toruna üç kuşağın aynı anda, aynı filmi izledikleri sinemalardı. Perdedeki filmden üç kuşak da kendi beğeni ve birikimleri oranında nasiplerini düşeni alır, anlayamadıklarını ise ya dede torununa, ya da torunu dedesine anlatarak tamamlardı.

SANATSAL BULUŞMA ORTAMI

Yazlık sinemaların işlevleri elbette ki bu kadarla da sınırlı kalmazdı. Onlar yine, yalnızca filmlerin gösterildiği açık hava sinemaları değil, aynı zamanda bulundukları semtin ya da mahallenin birer kültür sanat merkezleriydi. Bu bahçelerde kimi zaman bir sünnet düğününe davet olur, kimi zaman da ünlü bir tiyatro topluluğunun kışın sergiledikleri bir oyununu izleme olanağına sahip olurdunuz. Ama en güzelli konserlerdi. Bu konserlerde neler olmazdı ki? Hepsinin, her yaştaki seyircinin beğenisine ve beklentisine yanıt verecek alışılmış bir kadrosu olurdu. Yaşlılar için, o dönemin en popüler sanatçılarından oluşan klasik Türk müziği sanatçıları, kırsal kesim insanı için yine dönemin tanımış türkücüleri, gençler için dansözler, küçükler için ise hokkabaz ve de sihirbazlar... Hepsi, ama hepsi ufak bir ücret karşılığında izlenir, çocuklardan ise ücret alınmazdı. Bu konserler karanlık çökünce başlar, kimi zaman sabaha dek sürerdi.

ORTAK DEĞERLER ÇOK AZ

Ya filmler? Sezon boyunca gösterilen tüm filmler yazlıklarda ikişer ikişer gösterilirdi. Hatta Kadıköy’deki Park sinemasında bu sayı, üç filme dek çıkardı. Tek bir bilete üç film... İzle izleyebildiğin kadar.
Kuş sesleriyle çekirdek çıtırtılarının birbirine karıştığı yaz akşamlarının bu unutulmaz sinemalarının yerinde şimdi yeller esiyor. Günümüzde kimilerince yaşatılmaya çalışılsa da nafile... Ne eski bahçeler kaldı, ne de, dede ile torunun aynı filmde buluşma isteği...
Toplumca ortak paydalarında buluşabileceğimiz, giderek kenetlenebileceğimiz o kadar az şey kaldı ki... Eskileri hoyratça harcayıp yitiriyor, yenilerini ise oluşturamıyoruz. Ne yazık ki, sevinçlerimiz gibi, hüzünlerimiz de ayrıştı... Ya da ayrıştırıldı...