Yeni Dil devrimi-I: Dil devrimi neden yapıldı?

Dil devrimi tartışmaları medeniyet ve kültür tartışmalarının bir parçası olarak günümüzde devam ediyor. Geçmişle bağı kopardığı gerekçesiyle Harf Devrimi eleştirilirken, Dil devrimi ’nin bazı yanlış uygulamaları da örnek gösteriliyor. Oysa Dil devrimi bu kısır eleştirilerin çok ötesinde, bir millet yaratma ufkunun ürünüydü ve seçkinci değil halkçı bir uygulamaydı. Harf Devrimiyle başlayan süreç Türk milletinin çağdaşlaşmasının önünü açmıştır.

Devrimler bir çeşit müdahaledir. Örneğin insan tarım devrimi yaparak, hayvanları evcilleştirerek doğaya müdahale etmiştir. Dil de bir çeşit doğal varlıktır. Her ne kadar insan icadı olsa da sürekli hareket halinde olması, kendi kurallarının ve evrimsel sürecinin olması onu canlı ve doğal bir varlık haline getirmiştir. Dil tarih boyunca iki şekilde değişmiştir. Bunlardan birincisi evrimsel süreçtir. Evrimsel süreçten kasıt, kültürel, siyasi, coğrafi ve ekolojik değişimlerin dile kendiliğinden yansımasıdır. Bu yolla dile yeni sözcükler, yeni kurallar, yeni yapılar girebilir veya eski yapılar kaybolabilir. Türkçe bu durum için çok uygun bir örnektir. Eski Türkçe döneminde kullanılan birçok ek ve yapı günümüze değişerek gelmiştir. Örneğin, gelecek zamanı bildiren “-ısar” eki bugün “-ecek, -acak” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu örnekler çoğaltılabilir.

Prof.Dr.Zeynep Korkmaz Dil devrimini şöyle tanımlıyor:

“Dil devrimini bu genel tanımlamaya göre ele alırsak diyebiliriz ki, Türk Dil Devrimi, kendi benliğine dönmüş, kendi kendine değişip gelişebilme olanağı kazanmış, millî kültür gelişmelerini kapsayabilecek, her yönden yeterli ve zengin, millî bir dil yaratabilme atılımıdır.”

ÖMER SEYFETTİN’İN SADELİK ÇAĞRISI

Dil devriminin programını esasında Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler dergisinde yazdığı Yeni Lisan makalesinde bulabiliriz. Milli Edebiyat hareketinin öncülerinden olan Ömer Seyfettin, sadeliğe çağrı yaparken şu ifadeleri kullanıyor:

“Türkçe kaidelerle her terkip yapılabilir. Arabi ve Farisi kaidelerle niçin yapıyoruz? Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır, biz onlar: tezyin için, süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için... İşte bundan vazgeçelim. Lafza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem, kavi, ebediyete namzet, mermerden abideler olsun! Bunu ihtiyarlar, bunu dünküler yapamazlar. Hiçbir ölü mezarını kendisi kazamaz. Onlar tabir yaşamak isterler. Hayatları eksiklikle kaimdir. "Yeni" onların en büyük düşmanıdır.”

Bu tartışmalar Osmanlı devletinin yıkılışı ve Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi koşulları altında yapıldığı için ayrıca anlamlıdır. Çünkü, milli edebiyatı kurmanın hedefi bağımsız, çağdaş, milli bir devlet kurmaktır.

DİL VE MİLLİ BİLİNÇ İLİŞKİSİ

Atatürk, Dil devriminin amacını açıklarken, milli his ile milli dil arasındaki bağa dikkat çekiyor:

“Milli his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

Bu bağlamda Dil devriminin amacını Türkçenin zenginliğini ortaya koymak, çağdaş bir kültür dili durumuna getirmek ve en önemlisi yazı diliyle konuşma dili arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak olarak açıklayabiliriz.

Peki hangi gerekçeyle? Yapılan işlerin gerekçelerini de şöyle sıralayabiliriz:

Osmanlı devletinde yazı yalnızca devletin ve saray çevresinin kullandığı bir şeydi. Divan şairleri Arapça, Farsça tamlamalara yer vermekten belki Arapların ve Farsların bile kullanmadığı kelimeleri kullanmaktan övünç duyardı. Kaldı ki Osmanlı öncesinde de Selçuklu devletinde önce Arapça, sonra Farsça resmi dil olarak kullanıldı. Bu durum yazı diliyle konuşma dili arasındaki uçuruma neden oldu.

Osmanlıca Doğu ve Batı arasında kalmış ve uydurma bir yazı diliydi. Böyle olmasının basit bir sebebi vardır: Türkler kitleler halinde Müslüman olmuş ve devlet felsefesini Araplardan ve Farslardan almıştır. Fakat Türkçe, kültürün Arap ve Fars etkisinde olmasına rağmen ayakta kalmayı ve büyük şairler, eserler çıkarmayı başarmıştır.

Diğer bir gerekçe ise yeni kurulan milli devletin egemenliğiyle ilgilidir. Milli devlet için millet, millet için de milli bilinç gereklidir. Bu da ancak dilin yabancı diller boyunduruğundan kurtulması, yukarıya doğru akan dil ırmağının önündeki engelleri kaldırmakla mümkün olmaktadır.

Diğer bir gerekçe ise halkın aydınlanmasının önünü açmaktır. Türkiye 20.yüzyılda önce Kurtuluş Savaşı vermiş ve bunu Cumhuriyet devrimleriyle taçlandırmıştır. Devrim, hem ekonomik hem kültürel atılımlarıyla halkı çağdaşlaştırma yolunda önderlik etmiştir.

Böyle dönemlerde Ziya Gökalp’in de dediği gibi şiir susar, şuur öne çıkar.

Fikirlere ihtiyaç duyulduğu ortamda sanatlı sözün, metaforun, imgenin pek bir önemi daha doğrusu karşılığı yoktur. Çünkü şuur devrinde çözülmeye muhtaç sözlere değil, bilinci uyandıracak eserlere ihtiyaç vardır. Kuruluş, somut, pratik ve sadelikle mümkündür.

Bir başka konu ise Türkçenin sistemli hale getirilmesidir. Eskiye dayanan sözlükçülük geleneğinin olmasına rağmen Türkçenin dil devrimi sürecine kadar ciddi anlamda sözlük, dilbilgisi kitabı ve yazım kılavuzu yoktur. Dil Kurultayları başlayan süreç, Derleme Sözlüğü ve Tarama Sözlüğü gibi bugün bile gıptayla baktığımız eserleri ortaya koymuştur.

Türk dilinin tarihi gelişimi, Orhun Yazıtları ve eski döneme ait diğer eserler böyle bir atılımın ardından sistemli olarak incelenmiştir.

En önemli gerekçe ise Türk milletinin dil birliğinin sağlanmasıdır. Çünkü milleti millet yapan en önemli unsurlardan birisi dil birliğidir.

Son sözü büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp’e bırakalım:

“Türklüğün vicdânı bir,

Dîni bir, vatanı bir;

Fakat hepsi ayrılır

Olmazsa lisânı bir.”