Yeni dünya düzenine asimetrik bakış

Günümüzün en popüler konusu, yeni dünya düzeni.

Dünyanın pandemi sonrası nasıl şekilleneceği, hegemonyanın el değiştirip değiştirmeyeceği, Avrasya-Atlantik çekişmesi, ulus devletin yeniden inşası, finans-kapitalin çöküşü...

Bütün bu tartışmalar gösteriyor ki; artık dünya eski kalıplarına sığmıyor.

Marx, "İhtiyaç keşfin anasıdır" diyor.

Peki gelecek, geçmişin tuğlalarıyla mı örülecek; yoksa yeni yapı taşları mı keşfedilecek?

İnceleyelim...

ULUSLARARASI SİSTEMLERİN ÖMRÜ AZALIYOR

Önce bir metodoloji ortaya koymak adına, bilimsel bazı referansları sıralamak gerekiyor.

Meşhur bileşik kaplar yasası, bir denge arayışını ifade ediyor. Jeopolitiğe göre bir büyük güç doğar ya da ölürse, denge bozuluyor. Yeni dengenin kurulması için yeni işbirlikleri gerekiyor. En güzel örneği 18. ve 19. yüzyıl Avrupası'nın güç dengesi düzeni.

Fakat bu denge, ne hikmetse daimi olmuyor. Düzenden düzensizliğe geçiş eğilimi, zaman arttıkça artıyor. Kissinger'ın anlayamadığı ve "Sanki bir doğa kanunuymuş gibi, her 100 yılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek bir ülke ortaya çıkıyor" dediği bu kanuna da, entropi deniliyor.

17. yüzyılda Kardinal Richelieu'nun ulus devleti, 18. yüzyılda Büyük Britanya'nın güç dengesi, 19. yüzyılda Metternich'in Avrupa Anlaşması, Bismarck'ın Kan ve Demir'i ile 20. yüzyılda ABD'nin misyonerliği...

Bu bağlamda hegemonyanın sık sık el değiştirdiği tezi doğrulanıyor. Fakat Vestfalya Barışı 150 yıl sürerken, Viyana Konferansı 100 yıl, Soğuk Savaş'la kurulan düzen ise yalnızca 40 yıl yaşadı. Öyleyse bir şekilde kurulan uluslararası sistemlerin de ömrü giderek azalıyor.[1]

HEGEMONYANIN EL DEĞİŞTİRDİĞİNİ NASIL ANLARIZ

Yine bir jeopolitik yasa olarak; bir ülke ancak askeri, ekonomik, teknolojik ve kültürel düzeyde fark yaratmışsa, küresel düzeyde hegemonya yaratabiliyor.[2]

Pax-Americana'nın 1815 Viyana Konferansı'yla başlayan Pax Britannica'ya son verişi, kimilerine göre 1885'te, kimilerine göre 1956'da gerçekleşti. İşin aslı ABD ilk kez 1885'te üretimde İngiltere'yi geçmişti. Fakat ABD parasıyla iki Dünya Savaşı'ndan galip çıkan İngiltere'nin tahttan indirilmesi, 1956 yılındaki Süveyş Krizi'ne kadar sürdü.

ABD'nin üretimdeki liderliği ise 2010 yılında sona erdi. IHS Global Insight'ın verilerine göre, 2010 yılında Çin, dünyanın imalat sanayisi üretiminin yüzde 19.8'ine katkıda bulunarak ilk kez dünyanın en büyük üreticisi oldu.

Fakat bu, tek başına küresel liderliğe yetmiyor. Muhteşem ekonomisine rağmen güçsüz ordusuyla Japonya, nükleer kapasitesine rağmen de kırılgan ekonomisiyle Rusya bunun en güzel örnekleri. Öyleyse Çin, askeri olarak da bir numara olma yolunda ilerlemeli. South China Morning Post’ta yer alan haber de bunu doğruluyor: "Çin, ABD ile arasındaki yarış kapsamında 2035 yılına kadar dördü nükleer güç kullanan olmak üzere altı adet uçak gemisine sahip olmayı planlıyor." Beşinci nesil uçaklar, hava savunma sistemleri ve muazzam kara ordusuna değinmiyoruz bile.

Ünlü Stratfor'un kurucusu George Friedman ise 'Savaşın Geleceği' kitabını tamamen teknolojik üstünlüğe ayırmış. Friedman'a göre, artık dünya egemenliğine giden yol, uzaydan geçiyor. "Uzayı kontrol eden devlet, dünya denizlerini kontrol edecektir. Denizleri kontrol eden, küresel ticareti de yönetecektir. Dünya ticaretini yöneten, dünyanın en zengin gücü olacaktır ve dünyanın en zengin devleti de, uzayın kontrolünü elinde tutacaktır[3]" diyor. "Amerikalılar için silahlar, cesaretten ve komutanlık yeteneğinden önce gelir" diye de ekliyor. Bu yarışı kimin kazanacağını şimdilik bilmiyoruz. Ama Çin'in uydu ve haberleşme alanında ABD'den daha büyük yatırımları olduğunu görüyoruz.

Kültür ise diğer her şey gibi ekonomik altyapı üzerinde şekilleniyor. Üretimin olduğu yerde bilim de, sanat da, edebiyat da gelişiyor. Fakat öyle bir şey oldu ki, Çin'in bu konudaki üstünlüğü bir anda ortaya çıktı. Yeni tip koronavirüs salgını, Çin'i parlayan yıldız yaptı. Devlet ve toplum disiplini insanlığın gündemine geldi, kamuculuk bir anda yükseldi. Artık dünya, Asya dayanışmasını konuşuyor.

ABD cephesinden bakılınca da; uçak gemilerini parasızlık yüzünden göreve gönderemeyen[4], salgınla mücadelede Afrika ülkelerine bile yetişemeyen, mal ve hizmet üretimi yüzde 20'lerin altına düşmüş, borcu dağları almış, iç çatışmalarına sıkışmış bir ülke görünümü çiziyor. Woodrow Wilson'ın uluslararası sistemler paradigması da çökmüş görünüyor. Artık ne NATO ne de Birleşmiş Milletler caydırıcı olabiliyor. Neredesinden bakarsanız bakın, hegemonya geriliyor...

DAHA ÖNCE GÖRÜLMEMİŞ BİR DÜNYA DÜZENİ

Peki 21. yüzyılın küresel düzeni nasıl olacak? Herkes çok kutuplu bir dünya düzeninden bahsediyor. Tamam, Çin liderliğe oturuyor fakat, bu Soğuk Savaş'ın katı kalıplarına pek benzemiyor. Mesela başlı başına bir Hindistan çıkıyor dünya sahnesine. Rusya, Putin önderliğinde küresel konumunu pekiştiriyor. Japonya hala küçümsenmeyecek kadar etkili. Avrupa'nın eski Raison D'etat uygulayıcılarından hiçbiri, tek başına denge kuracak kadar güçlü değil[5]. Brezilya, Endonezya, Avustralya giderek büyüyor. Türkiye ise büyük bir atılımın eşiğinde. Anlaşılan dünya, 18. yüzyıl Avrupası'nın güç dengesi düzenine geri dönüyor. Ama bu kez küresel ölçekte.

YENİ DÜNYANIN KİLİDİ: ÜRETİM

Bildiğimiz tek bir şey var: Yeni dünya, çöken Atlantik sistemin kırık finansal tuğlalarıyla değil, daha önce de olduğu gibi üretimle kurulacak. Wall Street ya da City of London'ın dünyası değil bu. Sıcak para komisyoncularının, faizcilerin, dolar ve borsa vurguncularının yeri yok artık. Neyden mi bahsediyoruz? Açalım bunu biraz[6]:

  • 1950'li yıllarda dünyada sermaye hareketleri, Merkez Bankalarının izniyle gerçekleşirdi.
  • 1957 yılında Britanya, dünyanın ilk serbestleştirilmiş finans piyasasını kurdu. İngiltere'ye akan paralar için rezerv tutma zorunluluğu yoktu. Bu para kredi olarak da dağıtılabiliyordu.
  • Bu dönemde ABD Doları, İngiltere üzerinden dünyaya aktı. Yurtdışına giden sermayeye vergi koymak isteyen Kennedy ise 1963 yılında 'ortadan kalktı'.
  • Vietnam Savaşı'yla borç batağına saplanan Nixon, 1971'de dolar-altın konvertibilitesini çöpe attı.
  • Petrolün yüzde 85'ini kontrol eden Seven Sisters ise petrolü dolar karşılığı satmayı garanti ederek Nixon darbesini meşrulaştırdı.
  • 1989'da Bing Bang, faiz oranları ve kredi üzerindeki devlet denetimini kaldırdı.
  • Ardından Clinton, bankalara denetim dışı özel şirket kurma imkanı verdi. Böylece bankalar, vergi cennetlerinde kurdukları firmalara, riski yüksek borçlanma senetleri karşılığında sermaye taşıdı.

Tüm bunlar sonucunda ne mi oldu? Karşılığı olmayan milyarlarca dolar basıldı, kendini finanse eden krediler yaratıldı. 2008'de türev ürünlerin toplamı (hayali sermaye) 863 trilyon dolara ulaştı. Dünya Bankası'nın hesabına göre, 109 borçlu ülke 1980-86 arasında 658 milyar dolar faiz ve ana para geri ödemesi yapmıştı. Gerçek borç ise sadece 430 milyar dolardı. Sonuçta finans kuruluşlarının tüm işletmelerin karı içindeki oranı 1982'de yüzde 5'ken, 2007'de yüzde 41'e çıktı. İşte sonuna geldiğimiz dünya düzeni bu. Artık yok öyle 4.7 sente 100 dolar basmak!

SONUÇ OLARAK

Dünya düzeni değişiyor. Ama bu düzenin yeni jandarması olacak gibi görünmüyor. Öyle bir düzen ki bu, gerçek manada çok kutuplu, fazla girift, üretim odaklı bir işbirliği düzeni gibi görünüyor. Finans kapital kökünden sarsılıyor. Mali Sorumluluklar ve Reform İçin Ulusal Komisyonu'na göre, ABD, 2025 yılında sadece sosyal güvenlik, sağlık sigortaları ile federal borç faizini ödeyebiliyor.[7] Yine de şimdilik kimse kimsenin üzerinde tam anlamıyla hegemonya kurabilecek gibi görünmüyor. Denge bir şekilde kendini dayatıyor.

Türkiye'nin sorumluluğu ise diğer tüm ülkelerden daha fazla. Sonuçta, "Bizans kubbesi, İran çinisi, Arap mukarnası ve Avrupa vitrayı Türk camisinde birleşiyor.[8]"

Bakalım geçmişin gölgesi dünyayı ne kadar kovalayacak.

KAYNAKÇA:
[1] Henry Kissenger, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016, s.784
[2] Soner Polat, Türkiye için Jeopolitik Rota, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016, s.73
[3] George Friedman, Savaşın Geleceği, Pegasus Yayınları, 2015, s.508
[4] Cem Gürdeniz, ABD Donanması Zorlanıyor, Aydınlık Gazetesi, 8 Kasım 2015
[5] Henry Kissenger, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016, s.16
[6] Jürgen Elsasser, Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır, Kaynak Yayınları, 2013
[7] Niall Ferguson, Paranın Yükselişi..., s.178
[8] Coşkun Faik Kavala, Ayasofya/ İsyan ve Devlet, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2013, s.130