Yeni Zelanda ve Samsun

Karmakarışık günlerdir. Geçen yüzyıl, İstanbul. Mustafa Kemal direnişe çalışıyor. Bir yanda evinde bekleşenler; öte yanda Tarabya yalılarında kızını işgalciye peşkeş çekip ikbal dilenenler... Her şeyi bırakıp kelle koltukta Anadolu’ya giden de var; başta kim olursa olsun, para aksın kâfi deyip kul olan da. Leş kokuları arasında gezinmekte İstanbul’un kurdu çakalı. Neyse ki bilinir; edebiyatta, tarihte yazılmıştır. Mithat Cemal’in romanı Üç İstanbul’da bulunur mesela.

Tanpınar, o yılların İstanbul’unu Sahnenin Dışındakiler’de anarken romanın tarih öğretmeni İhsan’a (ki Yahya Kemal’dir) “Anadolu’da mücadele var, muharebe var, mukadderatımız orada halledilecek, biz burada maalesef seyirciyiz, sahnenin dışındayız” dedirtir. Sahnenin dışındadır bu kimseler; asıl sahne cephedir, asıl kahramanlar siperde... O Yahya Kemal ki 15 Nisan 1921’de, Dergâh’ta yine ismi üçle başlayan bir yazı yazar: Üç Tepe.

Şair Üç Tepe’de o günün İstanbul’unu üç tepeye ayırır. İlki Çamlıca Tepesi; köhneyen saltanatın rüyasındadır. İkincisi Tepebaşı: Yahya Bey, hep yaptığı gibi az buçuk paralarken çok şey söyler: Galatarasay Mektebi’nden çıkmış şairle (Tevfik Fikret’i diyor), İzmir’de Hıristiyan mektebinde okumuş nasirin (Halit Ziya) ve takipçilerinin yani Servet-i Fünun’cuların tepesi. Bu tepenin sakinlerini “bizi ve memleketi, özendikleri çerçevede gösteren romanlar” yazmakla suçlar gibi yapar. Yaptıkları edebiyatı şöyle özetler: “Buradan dışarı, bizden başka türlü!”

Üç Tepe’yi yıllar önce okuduğumda şaşırdıydım. Yahya Kemal, söz ettiği Tepebaşı sakinlerinin, istibdat devrinde kurduğu bir hayali anlatır. Baştan anlaşalım ey okur: Tevfik Fikret’e leke sürmem, “körfezdeki dalgın su” eşliğinde “cananla bir uykuyu uyumak” yerine tehlikeyi göze alıp Sis’i yazmış adamdır. Fakat ayağı en yere basan kimse bile, programsız, sipersiz olunca nasıl bocalar, göstermek isterim.

Yıl 1898. Fikret 31 yaşında, Robert Kolej’de Türkçe öğretmeni. Olgunluk eserleri yazılmamış henüz. Mehmet Rauf, 23’ünde, Tarabya’da elçilik gemilerinde irtibat subayı; Eylûl’e, daha var... Hüseyin Cahit Yalçın, 24’ünde, Vefa Lisesi’nde öğretmen; Tanin Gazetesi yok o devir. Hüseyin Kazım Kadri, 28’inde maliye nezaretinde görevli; Muhsin-i Fani adıyla İslamiyet’e farklı bakışlar getiren eserlerine çok var. Esat Işık ise 33 yaşında göz doktoru ve hepsi de Servet-i Fünun yazarı.

Devir, malum baskı devri. Bir ev toplantısında Fikret, 2. Abdülhamid’i kıyasıya eleştirirken Rauf heyecanla elinde broşürü sallamakta, çıkageliyor: Londra’da bir dernek varmış, Yeni Zelanda'ya göçmen götürürmüş. Gidene toprak da veriliyormuş. Nefis iklim, temiz hava, bol gıda. Heyecanlı toplantı gecesi, göç etme kararıyla sonlanır. Yanlarında bulunan şair Süleyman Nesip ile öykücü Ahmet Hikmet Müftüoğlu da sıcak bakar fikre. Esat’ın babasının Ankara’da çiftliği var, satıp yola çıkacaklardır. O yıllarda Nuvel Zelanda denen Yeni Zelanda’ya dair kurdukları hayaller için Rauf’un Hayat-ı Muhayyel adlı hikâyesine bakılması gerek.

Fikret ne yapsın, hafiye, sansür, baskın düzeninden bezmiş olacak; ömürlerinin sonuna dek Zelanda’da kalmayı, Hüseyin Cahit ise Abdülhamit ölünce geri dönmeyi planlar. Fakat! Bir fakat var. Çiftlik satılamayınca plan suya düşer. Hayallerini ertelemek istemeyen genç adamlar bu kez Hüseyin Kazım’ın Manisa’da, Sarıçam’daki arazisini gündeme alır. Tasarı biraz daha gerçekçidir. Fikret, yeni düşe de hemen dört elle sarılır... Hatta ardından kaleme de sarılır, oturacakları köşkü çizer. Ortada oturma ve yemek işi görecek düzayak salon. İki kenarda yatak odaları. Salonun dekorasyonu bile hazırdır. (Yahya Kemal Üç Tepe’de yanılıyor, çizimler Zelanda için yapıldı, diyor. Yahya Kemal olmak yanılmamaya engel değil.)

Hal böyleyken gidip Sarıçam’a bakılmalıdır. Fakat, yine fakat. Abdülhamid devrinde oradan oraya gitmek kolay mı! Koronadan değil, devrin kendisi öyle. Geçiş evrakı gerek. Başvuruluyor, Hüseyin Cahit işin peşine düşüyor. Zaptiye Nazırı Şefik Paşa’ya çıkılıyor. Bir bakıyor ki sonuç kâğıdında “şüpheli” yazmakta. Efendim, diyor, ne şüphelisi, “Sarıçam’da çiftçilik edeceğim!” Sende çiftçi hali tavrı yok, diyor zaptiye. Üstat ne etsin, nihayet illegal yola başvurup Kâzım’ın İzmir tezkeresini alıyor. Ne yandan bakılsa tehlikeli. Zira o devirde İzmir, gemiyle Avrupa’ya kaçış şehridir; ayrıca cebinde başkasının belgesiyle İstanbul dışına çıkacaktır. Gelgelelim beceriyor, toprağı, mekânı da gezip görüyor, proje tamamdır. Göç edilebilir. Fakat ah, yine o “fakat.” İstanbul’a döndüğünde Fikret’in her şeyden vazgeçtiğini görüyor. Derler ki Rübabı Şikeste’deki “gel ey berid-i perestide” (gel ey sevgili haberci) dizesini Kâzım’ı beklerken yazmış; Kâzım döndüğünde iş suya düştüğü vakitse dizeler şöyle: “Sen de gittin, senin de arkandan.”

Derken 31 Mart Vakası, Abdülhamid tahttan indirilir. Vakayı bastırmak için, Selanik’ten Mahmut Şevket Paşa komutasında, Mustafa Kemal’in kurmay başkanlığındaki bir ordu İstanbul’a gelip gerekeni yapar: “Hareket” Ordusu... İsme dikkat isterim: “Hareket.” Strateji uzmanı, devrimci Mustafa Kemal, ne yana doğru hareket edeceğini çok iyi bilmektedir. Yön, Anadolu’dur, Zelanda değil. Yahya Kemal’in Üç Tepe’de andığı üçüncü tepe bu yüzden Metris Tepe’dir! Paşa gözündeki ateş, kalbindeki cevher ve çelik iradesiyle savrulmaksızın “bir elinde tabanca ötekinde darağacıyla” Zelanda’yı değil Samsun’u hedeflemiştir. Ama işte unutmamak gerek. Gazi’deki ateşi harlayan bir etken de Fikret’in şiirleridir.

Herkes savaşını kendi cephesinde verir. Unutmamak gerektir!