Yenilikçi bir western denemesi

Savaş karşıtı başyapıtı “Harp Esirleri” (La grande illusion, 1937) dolayısıyla Naziler tarafından “Bir numaralı halk düşmanı sinemacı” ilan edilen Fransız yönetmen Jean Renoir’nın çok güzel bir sözü var: “Westernlerdeki en harika şey hepsinin aynı film olması. Bu, yönetmene sonsuz bir özgürlük verir.”

Neredeyse sinema sanatının başlangıcından 1970’li yılların sonuna dek tüm dünyada etki yaratan ve sevilen, İtalyanların “spagetti western” örnekleriyle yeni açılımlar yapan, 1980’lerde inişe hatta sönüşe geçen, arada Walter Hill’in “Uzun Sürücüler” (The Long Riders, 1980) gibi tekil örnekleriyle hayat öpücüğü verilen western türü, Kuzey Amerika’nın “beyaz” tarihinden serüvenler sunmaktadır.

Düellocu kovboylar, yalnız şerifler, kasabaya bela olan haydutlar, altın arayanlar, maden ocağı sahipleri, kumarbazlar, linç edilenler, sermaye birikimini temsil eden yeni zenginler, güçlü kadınlar, göçmenler ve yerliler bu türün esas kahramanlarıdır ve Hollywood stüdyoları aracılığıyla bir “mitoloji” yaratılmıştır.

Kıtada feodal bir geçmiş yaşamamış göçmen beyaz insanlar, gerçek sahiplerini ötekileştirdikleri bu uçsuz bucaksız topraklarda bir “dayanma savaşı” vermişler, ardından istila aşamasına geçmişlerdir. Renoir’nın “aynı film” dediği şey, bir kültür inşasındaki ısrardır.

Westernin gerilemesinin, kaybolmaya yüz tutmasının nedeni de bu bireyci kültürün artık hiçbir gizeminin kalmamasıdır. Elbette ki heyecan verici yeni örnekler çıkacaktır ama western bir tür olarak “harikalığını” çoktan yitirmiştir.

KRONOLOJİK KARMAŞA

Amerika tarihinin en özel bölümlerinden biri olan ve westerne de bolca malzeme sağlayan iç savaş döneminde geçen (ama savaşı göstermeyen) “Dünyanın Sonuna Kadar” (The Dead Don’t Hurt) westernin “pek harika olmayan” yeni bir örneği.

Sinemalarımızda bu hafta gösterime giren ve yönetmen olarak Danimarka asıllı ünlü Hollywood oyuncusu, yönetmene dönüşen Viggo Mortensen’i gördüğümüz film, Vivienne (Vicky Krieps) adında yalnız ve güçlü kadının ayakta kalma mücadelesini anlatıyor.

Düz çizgide ilerlemeyen bir kurgu anlayışını devreye sokan Viggo Mortensen filmi Vivienne’in ölümüyle açıyor ve hikâyeyi geri dönüşlü bir tür paralel kurguyla anlatıyor. Kronolojik karmaşaya yol açan, yapıyı anlamanın biraz zaman aldığı bu durum film ağır temposuyla da birleşince “Dünyanın Sonuna Kadar” 129 dakika boyunca sakin bir nehir gibi yavaş yavaş akıp gidiyor.

Başına buyruk, özgür ruhlu ve biraz zorlansa rahatlıkla bir Calamity Jane çıkartılabilecek Vivienne’in birlikte olduğu Danimarka göçmeni Holger’in (Viggo Mortensen) her şeyi ardında bırakıp Kuzeyliler safında iç savaşa gitmesiyle birlikte yalnız kalan, Jan Dark rüyaları gören genç kadının feminist portresi belirginleşiyor. Bu arada bir de doğum gerçekleşiyor.

BİR HAYAT ÖPÜCÜĞÜ DEĞİL

Viggo Mortensen’in kendi köklerine bir saygı duruşu denemesi olarak nitelenebilecek “Dünyanın Sonuna Kadar”, belayı da barındıran bir kasaba yakınında yeni bir yaşam kurmaya çalışan bir kadın, zoraki şeriflik yapan bir erkek ve bir çocuğun hüzünlü diyebileceğimiz hikâyesini yansıtırken, alışılmış western aksiyonlarına pek başvurmuyor.

Öldürülen insanlar var ama şiddet öncelikle kadına yönelik olarak akılda kalıyor. “Kadınlar da savaşır mı?” sorusuna verilen “Erkeklerle aynı şekilde değil!” yanıtı etrafında ilerleyen film, günümüz ABD’sindeki keskin kutuplaşmaya dair pek bir gönderme içermeden, küçük çocuğu “ABD’nin geleceği” olarak resmetmekle yetiniyor.

Viggo Mortensen, Renoir’nın söz ettiği özgürlükten yeterince yararlanmış mı? Bence yeterince değil… Yenilikçi bir çaba içinde olduğu görülüyor ama westerne hayat öpücüğü verdiği söylenemez.