Yerel dili doğru anladık mı?
Aydınlık Kitap'ta Hasan Ali Toptaş'ın Heba romanına değinen Süha Demirel anlamını bilmediği ve yerel saydığı uzun bir sözcük listesi verdikten sonra, yazarın bunları kullanmaması gerektiğini söylüyor. Bu uzun listede çeç, ipil ipil, tavsamak, arık, büvelek, gürpedek, yekinmek, bürgü, siyim siyim gibi aslında anlayabileceğimiz sözcükler de var, hamaz (hortum) gibi hemen anlamasak da, anlatılan olay içinde ne anlama geldiğini az buçuk kestirebileceğimiz sözcükler de var. Şu günlerde ikinci baskısını yapacak olan Dil Hurafeleri (İmge Y.) adlı kitabımda uzun uzun tartıştığım, incelediğim konulardan biridir yerel dil. Bu konu üniversitede yüksek lisans tezimin konusu idi. Karışık bir sorundur, yeterinde araştırılmadan içinden kolay çıkılamaz. Türk yazı dilinin oluşumu bu bağlamda iyi araştırılmadığından ve "yerelliğin" tanımı doğru yapılamadığından, edebiyatımızda 1950'li yıllarda başlayan yerel dil tartışmaları bazen bir kör dövüşüne dönmüştür. Yerellik sorununa "koştu" yerine "goşdu" demek gibi söyleyiş (sesbilgisi) açısından bakıldığında, ortada anlaşılmayacak fazla bir şey yok, ancak soruna sözvarlığı ve sözdizimi açısından bakılınca, konu epey karışıktır. Hatta "devrik cümle" konusu bile yerel dil tartışmaları içinde ele alınabilir. Önce Türk yazı dilinin nasıl oluştuğuna bakmalıyız. Nurullah Ataç bizde düzyazı geleneğinin kurulduğu yıllarda Osmanlı aydınının düştüğü hatayı sık sık yazılarında vurgular. Yazı dilimizi kuran Osmanlı aydını "lisan-ı avam" dediği halk diline, konuşma diline tümüyle sırtını dönmüş, masasına Arapça, Farsça sözlükleri koyarak, Türkçenin kendi kaynaklarından uzak, yapay bir dil yaratmıştı. Bu nedenle binlerce Türkçe sözcük "lisan-ı avam" denilerek yazı dilinin dışına itilmiştir. Böylece bizim tarihimiz ölü sözcükler mezarlığına, coğrafyamız yarı ölü sözcükler mezarlığına dönmüştür. Bu gün biz Anadolu'daki Türkçe sözcükleri aşağı yukarı aynı anlayışla "yerel" diyerek yazı dilinin dışında tutuyoruz. Oysa bu sözcükler yerel değil, ihmal edilmiş sözcüklerdir. Bu dil dışı kalmış dilin hepsini değilse de, bazı sözcüklerini halk edebiyatında görebiliriz. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi yazarlar işte bu ihmal edilmiş dile yaslandılar. "Yerel" diye nitelenen sözcükler bana göre "ihmal edilmiş" sözcüklerdir. Bu tür sözcükleri roman ve öykülerimde ben de kullandım: kovgun, sanlı saplı, döngün, siyeç, sürçek dilli, bencileyin, sencileyin, dürtlengiç... Yerel sanılan bu sözcükler, aslında sözünü ettiğimiz "lisan-ı avam" aşağılamasının etkisiyle ihmal edilmiş sözcüklerdir. 1983 yılında benim Toprak Kovgunları romanım "Arkası Yarın" programı içinde radyoya uyarlanmıştı. Seslendirme şu bu hepsi bittikten sonra uyarlamanın adını değiştirmeyi önerdiler bana. Yetkililerle epey tartıştım, kovgun'u "halk anlamaz!" dediler. İyi de ben bu sözcüğü halktan derledim, konuşmalarına kulak verdiğim insanlardan duydum. O gün yetkililerin önüne "kovgun" sözcüğünü tanımlayan bir sözlük koyamadığım için, romanım radyoda farklı bir adla yayınlandı. Oysa bu gün google'a girin, Can Dündar'dan Muzaffer İlhan Erdost'a kadar onlarca yazarın "kovgun" sözcüğünü kullandığını görürsünüz. Burada bir kısırdöngü çıkıyor karşımıza. Bu sözcükler vaktiyle ihmal edildiği için yazılı edebiyata girememiş, dolayısıyla yaygınlık kazanamamış, yani bizim ihmalimizle bizim sözcüklerimiz halkın anlayamayacağı bir duruma getirilmiş, sonra da "halk anlamaz" diye iyice edebiyattan uzak tutulmuş. Tam bir kısırdöngü bu. Yazarlar hep bizim anlayacağımız sözcüklerle yazmak zorunda olsalardı, dil hiçbir zaman gelişemezdi. Ben bu anlamda yazarları ikiye ayırıyorum: Sözlüklerle yetinen yazarlar, sözlükleri zorlayan, sözlüklere ve bu arada bizim söz dağarcığımıza da bir şeyler katan yazarlar. Toptaş, Heba'da sözlüklerimizi ve bizim söz dağarcığımız zorluyor, doğru da yapıyor.