Yerel yönetim modelsizliği

12 Eylül sonrası kurulan düzende yerel seçimler hiçbir zaman yerel seçimden ibaret olmadı. Rakip konumlarda olsalar da, ANAP’ın mirasını paylaşan bütün bu partiler sağcısıyla, solcusuyla, muhafazakârı, milliyetçisiyle yerel yönetimlere ilişkin olarak iki ortak noktayı paylaşıyorlar: Birincisi kendine özgü bir yerel yönetim modeline sahip olmamak, ikincisi yerel yönetimleri siyasetin finansman kaynağı olarak kullanmak.
Her siyasi parti, sahip olduğu ideoloji ve programla bağlantılı olarak bir yerel yönetim modelinin de sahibidir. Adaylar bu modelleri uygulamak için aday olurlar. Aynı parti peş peşe iki seçimde farklı adaylar gösterebilir. Model değişmeyecektir. Cumhur ve Millet İttifakı bileşenleri, daha önce kazandıkları belediyelerde kendi yerel yönetim modellerini ortaya koydular. Hepsinin aynı modeli hayata geçirdiği görülüyor. Hangi parti kazanırsa kazansın yapılması şart olan bazı standart hizmetler vardır. Çöplerin toplanması, imar planları, park-bahçe düzenlemeleri, su abonelikleri vb. belediyenin sağcı veya solcu yöneticilerde olmasından bağımsız hizmetlerdir. Bir belediye bunları bile layıkıyla yapamıyorsa, siyasi kimliğinden değil, başkanın liyakatsiz olmasındandır.
Model dediğimizde kastettiğimiz şey, standart hizmetlerin ötesinde belediyecilik hizmetlerini belirleyen, onların arkasında yatan ideolojik varsayımlarla ilişkilidir. Örneğin bireysel çıkar ile toplumsal çıkar karşı karşıya gelirse hangisi tercih edilecektir? Ya da insan merkezli belediyecilik ne demektir? Zaten standart hizmetleri götürdüğünüz kimseler insan olduğuna göre, çöpleri toplamak insan merkezli belediyecilik olmuyor mu? Neredeyse bütün adaylar, parti farkı olmaksızın sosyal belediyecilik iddiasındalar. Ne anlamalıyız bundan? Hepsi sosyal demokrat mı oldu? Yoksa sosyal devletin tasfiye edilmesinde ortak oldukları için, genişleyen yoksulluğa belediyeler eliyle sadaka dağıtma çözümü getirmede de ortak hareket ettiklerini mi kastediyorlar? Nitekim muhafazakârların 1990’larda iftar çadırları ve dini bayramlarda ücretsiz toplu taşıma ile yarattığı fark, kısa sürede diğerleri tarafından temellük edilerek rekabet eşitliği sağlandı. Bunun ideolojik/siyasi bir yerel yönetim modeli farkı değil, yoksulluğu denetlemeye, deveyi havuduyla götürenlere şükran duymalarını sağlamaya hizmet eden “sistem içi” bir uygulama olduğu kısa sürede bütün partilerce kavrandı. Belediye başkanları hakkındaki “çalıyor ama çalışıyor” ahlaki çöküşüne bu ortak neoliberal belediyecilik modelinin eseri olarak varıldı.
Buradan geriye kalan farklar ise siyasi yerel yönetim modelleri değil, adayların kendi kişisel vizyonları ile ilgili oluyor. Örneğin Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir’de kazandığı başarı, CHP tarafından bütün belediyelerde uygulanmak zorunda olan bazı standartlara dönüşmüyor. Partinin ortak hafızasına dönüştürülüp CHP’nin yerel yönetim modelini oluşturmuyor. Kişisel başarı sınırları içinde kalıyor. Çünkü ortada farklı bir ideolojik/siyasi iddia yok.
İkinci ortak nokta, yerel yönetim rantlarının siyaseti ve belediye başkanlarının kişisel siyasi geleceklerini finanse etmek için kaynak olarak kullanılması. Belediyeler parti merkezlerini finanse etmenin yanı sıra, genel başkana muhalefet eden başkanların yüzlerce miting örgütleyebilmesi, kendi partisini kurması ve milyarlarca liralık bütçeli seçim kampanyalarını yürütebilmesini sağlayan paranın da kaynağı.
Bütün bunların arasında ideolojik bir ağırlık merkezi olarak sivrilen Vatan Partisi, yerel yönetimlerde de farklı bir modelin temsilcisi. Meselenin sadece “çalmadan çalışabilmek” değil, çalışmanın dayandığı varsayımları değiştirmek olduğunu anlatıyor. Sosyal belediyecilik iddiasının neoliberal yağmacılığı perdeleyen bir demagoji olmaktan çıkartılması, bir parti iddiası olmaktan çıkmış durumda. Kentlerde deprem toplanma alanları bile yok edilmişken, Vatan Partisi’nin önerdiği model, iyi kentle kötü kent arasındaki tercih değil, yaşamla ölüm arasındaki tercihe tekabül ediyor.