Yeşilçam’dan son yapraklar

Rastlantılar hep Yeşilçam filmlerinde olacak değil ya, bu kez tam tersi oldu. Ölüm; bildik rastlantıları filmlerinde cömertçe kullanan Yeşilçam’ın emektarlarından Ülkü Erakalın’ı İstanbul Film Festivali’nde ödülünü alacağı günde buldu. Hani, kimi filmler fena halde yaşama benzer derler ya İşte öyle bir şey.
Erakalın’ın anılarını topladığı kitabının adı “Yeşilçam’dan Son Yapraklar” dı. Şimdi ne Yeşilçam kaldı, ne de Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan Ülkü Erakalın gibi son yapraklar. Önce perdeden, şimdilerde de bir bir yaşamdan göç edip gidiyorlar.
Ülkü Erakalın da Yeşilçam’ın bir çok yönetmeni gibi, sansürün olabildiğince kısıtlayıp çelme taktığı sinemamızda, tercihini yapımcıların hoşnut kalacağı tecimsel filmlerden yana yapıp, bir dönem Yeşilçam’ın en fazla film çeken yönetmenleri arasına girdi. Bir yaşama 160 küsur film birden sığdırdı. Bu sayı yalnızca bizim sinemamız için değil, belki de dünya sineması için de bir rekor oldu.
Erakalın, belki de Yeşilçam’ın en şanslı yönetmenlerinden biriydi. Ne o eleştirmenleri taktı, ne de biz eleştirmenler onun filmlerini. Hemen hemen tüm starlarla çalıştığı halde ticari kalıpları zorlamayıp, kendi bildiği öyküleri anlatıp durdu. Yönetmen olarak öveni yoktu ama, seyircisi pek çoktu. O da, ikincisini tercih etti.
Oysaki Erakalın bir çok yönetmenle kıyaslandığında bir çok avantajları olan bir yönetmendi. Sanat eğitimi görmüş, bir süre gazetecilik yapmış, müzikle içli dışlı olarak yönetmenliğinin yanısıra müzisyenliğini de sürdürmüştü. Bir bakıma Yeşilçam’ın resmi türü olan melodramlar adeta onun için yaratılmış, onun melodramlara, melodramların türün de onun anladığı ve sevdiği sinemaya sonsuz olanaklar sunmuştu. Bir bakıma Erakalın, umutsuz, tamamlanmamış, yarım kalmış sevda öykülerinin acılarını dudaklarda çığlık yerine, gözlerde yaş yapan bildik, alışık sinemanın prensi gibiydi. Melodramlar ülkü Erakalın’ın sinemasına bir çok şey katmıştı ama, o da doğrusunu söylemek gerekirse bu türe kendinden çok şey katmanın üstesinden gelmişti.
Erakalın 160 küsur filmlik sinema yaşamına yerli ve yabancı film-roman uyarlamalaryla başlamıştı. D’enneryy’in aynı adlı yapıtından İki Yetime, Colette’in yapıtından Kırmızı Karanfiller, George Stewens’in A Place in the Sun’ından Bütkün Suçumuz insan olmak, William Wyler’in Roman Holiday’inden Muhteşem Serseri, Charlie Chaplin’in Limelight’ından Serseri Aşık, Billy Wilder’ın Sabrina’sından Şoförün Kızı, Josuhua Logan’ın Fanny filminden Uzakta Kal Sevgili, Der Postmeister’den Silah Gül, King Vidor’un Duel’inden Kanlı ;Sevda ve daha saymakla bitmeyecek niceleri. ... Tamı tamına, bir yaşama sığan 160 küsur film... Tümü de melodram, tümü de - seks furyasında yaptıklarını saymazsak- aşk filmleri...Bir bakıma Türk sinema seyircisi yoksulluk duvarlarının - sonu kimi zaman umutsuzca bitmesine karşın- aşkla yıkılacağını, onun filmleriyle bir bilet karşılığında görüp öğrenmişti. . Bu da az şey olmasa gerek...
O her şeye karşın bir İstanbul çelebisiydi. Kibardı, naifti, duygusaldı...Yolumuz onun filmleriyle düş şatolarının loş salonlarında pek fazla kesişmemiş olsa da, Cadde-i Kebir’in o çılgın kalabalığında selamımızı birbirimizden hiç esirgemedik..
Kısacası Ülkü Erakalın anılarını topladığı kitabına verdiği ad gibi, Yeşilçam’ın artık zaman açısından iyiden iyiye yaşlanmış, o unutulmaz ve de bundan böyle de unutulmayacak o görkemli ağacının, ilk bahara nispet yaparcasına düşen son yapraklarından biriydi...