Yeter mi hakikati götürmeye
Toplumsal düşünce ve olgularda kimi yırtık ya da sökükler uç verdiğinde oralı olmaz da ertelerseniz usul usul büyüyen yanlışın bir gün herkesin başına ne işler açtığını görüp şaşıverirsiniz. Yakup Kadri hakkında yıllar önce Hilmi Yavuz’un Berna Moran’ı tanık göstererek işlediği bir yanlış da zamanla gövdeleşip bugün karşımıza bir toplumsal zihniyet yarılması olarak çıkıverdi. Yavuz; Yakup Kadri’nin Yaban’da roman kahramanı Ahmet Celal’in ağzından Türk köylüsünü bir sömürge aydını tutumuyla aşağılamasını çarpık modernleşme algısı olarak sunduğu bir yazısını kitabına da almıştı (Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar, YKY, 3. basım, Ekim 2013): “Doğrusu ya, Yaban’ı bu aralar tekrar okuduktan sonra, Naipaul’a veya Salman Ruşdi’ye kızmakta nerdeyse haksızlık ettiğimi düşünmeye başladım.”
Yavuz; adı geçen romancılara kafayı takmakta nice haklı bilmem ama Tanrı’yı Dutertet’in aptal ilan ettiği Filipinlerde halkın yüzde kaçının zeki olduğu tartışması bizdeki tartışmayı eskittiyse de biz asıl meseleden kopmayalım.
HEP O MESELE
Kurtuluş Savaşı’nda düşman işgalini umursamazlıkla, dahası hoşnutlukla karşılayan köylüleri, Yakup Kadri’nin Yaban’da, “bizden saymayıp aşağıladığı, içgüdüleriyle yaşayan hayvandan farksız yaratıklar olarak hor gördüğü” savını, Moran’ın “Yaban’da Teknik ve İdeoloji” yazısındaki vurgularla örtüşük vargılar olarak gösteren Yavuz onun şu cümlesine yaslanır: “... hiçbir romanda insanları anlatmak için hayvanlara bu denli başvurulmamıştır.”
Yaban’da Türk köylüsünün insan olarak gösterilmediğini öne süren Yavuz, insaflı bir tutumla, bu yargının kapsamını dünya romancılığından ülke sınırlarına daraltarak altını çizer: “Kendi insanını ‘hayvan’ düzeyine indirgeyecek kertede bir aşağılamanın Türk romanında başka bir örneği yoktur.”
Yavuz, son okumasında romanda anlatımın doruklaştığı ama nedense Moran’ın da üstünde durmadığı, erkekleri köyün gölgeliklerinde keyif çatıp siftinirken kadınları eski Mısır ve Yunan heykellerini andıran, Karacaoğlan’a da esin veren endamı ve harman yerindeki çalışkanlığıyla betimleyen bölümü (Yaban, s. 57) okumamış olamaz. Ama konumuz, Nâzım’ın “Koyunlu celep kaldırınca sopasını / mağrur koşarsın salhaneye” dizelerine de yansıyan tepkinin bin yıllardır Anadolu halklarının doğasında içkinleşmesi... Aslında Batı’nın ve Doğu’nun nallarıyla çiğnenmekten bezgin bir halkın bizzat kendisi yaşamda kendine ait bir gölgelikte, giden ağam gelen paşam tutumunu benimsediğiyle övünüp Türk’ün aklıyla süregiden nice ironik deyim, atasözü ve türkünün yaratıcısıdır.
YUMURTANIN KENTE DÜŞEN YARISI
Dördüncü basımı Kültür Bakanlığı’nda (1981) çıkıp tükenmişken üzerinden 30 yıl geçtiği halde yayımlanmayışına hayıflandığımız günlerde yeni basımı yapılan Ergenekon / Millî Mücadele Yazıları kitabını da tekrar okusaydı, Hilmi Yavuz şu cümleleri de kaçırmayabilirdi (İletişim Y., 2010, s. 38): “Hayatımda halk denilen insan kitlesinin bu kadar ahmaklaştığını, bu kadar bayağılaştığını hiç görmemiştim.” Yakup Kadri, İstanbul’un en gözde semtlerinde nice aydın ve seçkin insanın da bugünün yumurtasını kapma bencilliğiyle yarının tavuğundan vazgeçip işgalciye yaltaklanarak ruhunu Afrikalı kabile üyesinden daha ilkel yollarla peşkeş çekmesini Ergenekon’un pek çok satırında eleştirir.
Ya Kemal Tahir’in hapishanelerde Anadolu’nun en bıçkın, gözü pek, asi insanlarından dinleyip Yorgun Savaşçı’ya taşıdığı “hayat-ı hakikiye sahneleri” nasıl unutulur?
Karamsarlığa gerek yok: Kalbinin yarısı oradaysa yazarın, yarısı burada... Sadakayla köle kılınmaya çalışılan halkın erdemleri de onun evrensel yetkinlikteki kaleminden dökülür ustaca: “Çocukluğumda bir eşkıya tanıdım ki, bir şairden başka bir şey değildi. Parmakları silahının tetiğinden ziyade curasının tellerinde dolaşırdı. ... İçlilik ve taşkınlık kabiliyetleri o derece derin ve harikulâde olan bu halka uyuşuk ve iptidaî diyenler yanılıyor!” (Ergenekon, s. 31)
Velev ki Yakup Kadri’nin çelişki ve yanlışları olsun! Bir doğruyu üç yanlışın götürdüğü bir sınama yanılma çağında, emperyalizmle işbirliğine teşne dalkavukların ve de ihanetlerini halktan gizlemek için onu pohpohlayan yavuz kalemlerin iğvasıyla bir nice mürtede üşürülen hançerin sayısı ne zaman yetti hakikati götürmeye...