Yetmiş yıllık bir panoroma

Çağımızın önemli ve ilginç yazarlarından biri olan Anna Seghers, "Sanatın gücünü bildiğimiz içindir ki, sorumluluğumuz o denli büyük ", demiştir. Sanatın günlük yaşama girdiği ileri çağdaş ülkelerde, sanatı üretenler kadar, o ülkeyi yönetenler de bu sorumluluğu duyarlar. Çünkü toplumu oluşturan bireylerin yaratıcı bir ortamda yaşamaları, onların kendi alanlarında da yaratıcı olmalarını sağlar. Tarihe baktığımızda, insanlığa hizmet etmiş, insanlara yeni ufuklar açmış ve bulgularıyla ileri teknolojiyi yaratmış nice kişiliklerin ya sanatın bir dalıyla amatörce ilgilendiklerini ya da kendileri yapmasa bile sanat etkinlerinin içinde yer alma gereksinimi duyduklarını izleriz. Kiminin hobisi keman, kiminin ise çello çalmaktır; kısacası bilim alanında sıradışı bulgular getirmiş kişilerin herbiri bir yerden yaratıcılıklarını edindikleri sanatla ilgilenirler. Konserlere gider, resim sergilerini gezer, tiyatrolara, operalara koşarak yalnızca insanlığa özgü olan kültür yaşamını sürdürürler. Bu onlar için yaşamsal bir gereksinimdir. Sonsuzluğa uzanan formüllerin, sayıların ötesine geçip o sayılara can veren, formülleri gerçek yaşama geçiren bu bilim adamları, sanatın yaratıcı gücünden yararlanıp çalışmalarına renk ve anlam getirmişlerdir. Bunun için de sanatın insanları geliştirmekteki gücünü kavramış olan ileri ülkelerin yöneticileri de ellerinden geldiği kadar, sanatın gelişip yaygınlaşması için çaba harcarlar, olanak sağlarlar.

Bunun tam karşıtı olan bir zihniyeti ve gelişimi yetmiş yıl öncesinden itibaren giderek artan ve yoğunlaşan bir biçimde yaşamaya başladık. 12 Eylül 1982'de başa geçenler ilk hedef olarak üniversiteleri gösterdi. Sonra da dermeçatma üniversiteler kurarak, oturmuş geleneksel üniversitelerin içini boşalttı. Bu da yetmedi, yavaş yavaş popüler-arabesk sanatı (halk sanatını değil), gazino gösterilerini, paparazzileri, tiyatro adına içi boşaltılmış vodvilleri, dedikoduların en bayağılarını gerçek sanatın önüne geçirdi. Bir kısım medya da buna alet oldu; hâlâ da oluyor. Böylece, ekolojik kirlilik yanısıra, kültürel kirlilik de giderek arttı ve bugünkü bulanıklığı ortaya çıkardı. Yabancılaşma olgusu had safhaya yükseldi.

Doğal olarak bir toplumun kültürel durumu, birbirinin içine girmiş çeşitli faktörlere bağlı. Ülkenin beyni durumunda olan üniversitelerin kişiliksiz bir duruma sokulması, özerkliğin yok edilmesi, araştırıcı üniversite yerine, yalnızca ders ve sınavların ön planda tutulduğu bir anlayışın getirilmesi, üniversiter hiyerarşinin bozulması, ögretim kademelerinin sağlanışında yalnızca yabancı dil bilgisinin esas alınması, araştırması olmayan kişilere, ulufe gibi, tepeden inme profesörlükler, doçentlikler ihsan edilmesi, kitap yayınının durması ya da bu iş için ayrılmış bütçenin daha çok belli kişilerin tekeline girmesi yüksek ögretimi bir çıkmaza sokmuştur. Orta öğretimde ise, bir yanda bilgisayarlı eğitime geçerken, öbür yanda okuma alışkanlığının yokedilmesi, ögrencilerin kişiliklerini yokedici bir standardizasyona yönelinmesi; kişisel düşüncelerin şiddetle cezalandırılıp tepeden inme tek çizgili görüşün aşılanmıya çalışılması, seçilen ders kitaplarının hep belli bakış açısını taşıması tek boyutlu genç insanların yetişmesine neden olmaktadır. Türkiye’nin geleceği dediğimiz bu genç insanlar böyle mi yetiştirilmelidir? Bu, herşeyden önce ülke geleceğini karartan bir sorudur!

Sermayenin yalnızca küçük bir kesimde birikme özelliği ve daha çok bu kesimin çıkarı için kullanılması gelir dağılımındaki eşitsizliği varedince, toplum içindeki insan çoğunluğunun beslenme, giyim gibi temel gereksinimleri de sağlanamaz. Üstüne üstlük, bir de buna devleti soyanlar eklenince iş çığırından çıkar. Kaldı ki, bir ulusun etiği, morali ve yaşama sevinci açısından aynı ölçüde önemli olan kültür düzeyinde yaşama olanağı - beslenme ve giyim gereksinimi sağlanmış olsa bile - fiyatı yüksek bir alım satım işlemini gerektirir. Çünkü sanat da ticaret yaşamının değeri olan parayla ölçülür; ve sanat da ticaret yaşamının bir parcası durumuna girmekten kurtulamaz. Örneğin, bir yağlıboya tablonun değeri parayla ölçülür; böyle bir düzende yüksek sanat değeri yüksek fiyatla eşdeğerdedir. Ekonomik baskı altında olan tiyatro da - bir iki istisna dışında - özgürlüğünün büyük bir bölümünü yitirdiği için, sanattan çok ticaretle uğraşmaya başlar. Bu durum çoğunluğun farkında olmadığı gizli bir totaliter baskıyı doğurur. Bu durumda halkın duyguları ve dinlenme gereksinimi sömürülerek, sanat adı altında, kendi çıkarlarına, dolayısıyla para düzeninin çıkarlarına yardımcı olan kimseler tarafından yaratılır. Renkli, renksiz çeşitli büyüklükte ve beğeri düzeyi düşük penbe diziler, fotoromanlar, denetimsiz yayımlanan çocuk kitapları, idealize edilmiş, yalancı kahramanlarla dolu filmler, gerçek sanatçıların önüne geçirilen seksi kızlar, erkekler, boş güldürü ya da maraz ağlamalarla dolu, para kazanma amacına yönelik tiyatro oyunları olabildiğince çoğaltılıp çeşitlendirilerek gerçek düşünce ve sanat yaşamının önüne konulur. Gerçek sanat anlayışının önüne konulan bu boş ve birey özgürlüğü açısından zararlı eylemler çeşitlendirilip çoğaltıldıkça, o toplumda gerçek sanat bir yandan ekonomik baskı, diğer yandan ticari sürümlerle yokolmaya terkedilir. Bu yabancılaşma içinde kendi özyaşamımızın aşkları yerine penbe dizi aşklarını, kendi öz düşüncelerimiz, duygularımız yerine, farkında olmadan, medyanın 'rating' adına pazarladığı düşünceleri ve duyguları benimseriz. Bir süre sonra nerden çıktığı belli olmayan sanatçılardan(!), yani meta'lardan gündem yaratırız.

Sanat, kapitalist toplumlarda konservelenmiş bir meta durumunu alır. Altmışlı yılların sonunda yaygın bir etki alanı oluşturan Herbert Marcuse, endüstirileşmiş çağdaş toplumun "teknolojik temelinin düzenleme biçimiyle totaliter olma yolunda " olduğunu belirtirek şunları ekler: "Çünkü totaliterlik, toplumun [sadece] salt terörle işleyen bir siyasal düzeni değil, aynı zamanda ihtiyaçları (…) müktesep haklarla karşılama yoluna giden bir ekonomik-teknik düzendir. Ve böylece, bütüne cephe alabilecek etkin bir karşıtlığın ortaya çıkmasını önler. Sadece belirli bir hükümet ya da parti egemenliği totaliterliğe yönelmez; aynı zamanda çok partili, çok gazeteli ve çok sayıda karşıt gurupların iktidara karşı birleştiği düzenlerle uzlaşan bir belirli üretim ve dağıtım sistemi de totaliterliğe yol açabilir ".

Marcuse, burada, egemen güçlerin bireyin bilincini denetlediklerini ve düşünce özgürlüğü olan toplumlarda bile, bireyin kafasını totaliter yolda bağımlı duruma getirdiklerini vurgulamıştır. Ve yığınlar farkına varmadıkları bu bağımlılığı aşamamaktadırlar. Gerçekten de, çağdaş toplumun en gelişmiş bölgelerinde toplumsal gereksinimlerin bireysel gereksinimler biçimine dönüşümü öylesine etkili olmaktadır ki, bunlar arasındaki fark yalnızca kuramsal alandaymış gibi görünür. İnsan, yığınlara yönelen medyanın, haber alma ve eğlence araçları mı, yoksa yönetme ve beyin yıkama araçları mı olduğunu kestiremez. Marcuse, "Otomobil bir baş belâsı mıdır, yoksa bir kolaylık mıdır? Foksiyonel mimarlık bir dehşet öğesi midir, rahatlık mı? Ulusal savunma adına mı çalışılmaktadır, yoksa anonim kazançlar adına mı? Özel zevkler mi sözkonusudur, yoksa doğum oranını arttırmaya yarıyan ticari ve siyasal çıkarlara mı hizmet edilmektedir?" diye sorar. Böyle bir toplum, Marcuse'nin deyimiyle 'mantıklıymış gibi görünen mantık dışı bir toplum'dur. Düşünür, az sonra da şunları saptar: "İnsanlar kendilerini, sahip oldukları mal mülkle tanımakta; kendi özlerine otomobilleri, teypleri, modern evleri ve mutfak araçları ile varmaktadırlar. Bireyi topluma bağlayan mekanizma temelden değişmiş ve toplumsal baskı, yaratılan yeni ihtiyaçlara demir atılıp öyle kurulmuştur "* .

Bugün ülkemizde bir kaos yaşanmaktadır. Bir yandan festivallerin, konser ve gösterilerin sayıları artmış, öbür yandan sanat olaylarından çok maçlarda boy gösteren yönetici tipi ortaya çıkmıştır. İletişim araçlarının en az yer ayırdıkları konu sanat olmaktadır. Televizyonda diğer konulara göre sanata ayrılan süre maçlara ayrılan sürenin yirmide biridir; bir futbol maçı ya da sohbeti için bir sanat programı feda edilebilmektedir.

Bu tablo içinde, toplumumuzda büyük bir kopukluk yaşanmaktadır. Bireyler, genellikle, küçük yaşamlarını çevreliyen dar bir çerçeve içine kendilerini hapsetmişlerdir. Bu kopukluk, seksenli yıllardan sonra, giderek artan bir yoğunlukla, toplumsal bir otizmi getirmiştir.

12 Eylül'den sonra, ülkemizin yönetici kadrolarını işgal eden bazı kişilerinde sanata karşı alınmış bir tavrın ortaya çıktığını görüyoruz. Sanat yapıtlarına karşı karanlık ve bağnaz bir yaklaşım içinde bulunan ve dünyanın gelişimine ters düşen bu tavır, er ya da geç yokolmaya mahkûm bir ruhsal bozukluğunun işaretidir. Evrensel müziğe, plastik sanatlara görüntü ve sahne sanatlarına karşı çıkan, bunların yokolması için elinden geleni yapan bir zihniyetle ortaklık yapanlar, Avrupa Birliği'ne nasıl gireceklerdir? Avrupa Birliği, yalnızca ekonomik alanla değil, ekonomik, teknolojik ve toplumsal gelişmeyi sağlamada büyük bir moral destek sağlayan, o toplumun prestijini arttıran sanatla çok yakından ilgilidir. Çünkü ekonomik, teknolojik ve sosyolojik ilerleme kültür düzeyinin yükselmesi, kafaların yenilenmesi, zihniyetlerin çağdaşlaşması ile mümkündür. Bunu da sanat gerçekleştirir. Sanat kültür yaşamının dinamosdur.

Çağımızda tiyatronun gerekliliği her zamankinden daha çoktur; çünkü hergün biraz daha içine kapanan, birbirinden uzaklaşan, tek başına kalmanın korkusunu yaşayan bireylerin ortaya çıkardığı otistik bir toplumu, birlikte olmaya, birlikte hissedip birlikte yaşamaya götüren yol tiyatrodan geçer. Tiyatro, çeşitli nedenler yüzünden bir isteri çağına girmiş olan insanı iyileştirebilecek, ona ruh sağlığını verebilecek gücü özünde taşıyan bir sanat dalıdır. Bunun için de, gerçek anlamda tiyatro bir uyuşturucu değil, insanı yaşama bağlıyan, ona yaşamı ve kendini öğreten bir ruhsal sığınaktır.

Vahşi kapitalizmin tuzağına düşmüş olan ülkemizde, bizi karanlığa itmek isteyen güçlere karşı en tutarlı karşı duruşun sanatla sağlanabileceğini belirtmek isterim. Bu alacakaranlık kuşağında, sanatımıza nekadar çok sahip çıkarsak yarının aydınlığını okadar çabuk yakalıyabiliriz.

---------

** Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, çev. Seçkin Çağan (Cılızoğlu), May Yayınları, Istanbul 1968, ss. 29-30.