Yiğidin hakkı yiğide!

Bayramın ilk günü... Evde bir yandan gazetelere, bir yandan da TV’deki filme bakıyorum. Film, İstanbul Film Festivali’nde de gösterildi: “Land Of Oblivion” (Unutulan Topraklar). 1986 yılında gerçekleşen Çernobil Nükleer Enerji Santrali’ndeki facianın hemen öncesinde ve sonrasında bölge halkı günlük hayatında, işinde gücünde, düğününde, eğlencesinde, keyfinde...

Fakat 26 Nisan 1986 gecesi birden o büyük facia ve bütün hayatlar, hayaller, her şey ters köşe...

Dönem gazetelerinin yazdığına göre santralin bir reaktöründe meydana gelen o patlama, 20. yüzyılın en büyük nükleer felaketi... Açığa çıkan yüksek radyasyon ise Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplamından 200 kat daha fazla...

Film, gazetelerden okuduklarımla birleşince ister istemez başka çağrışımlar yapıyor.

Sabah gazete almak için sahile inip günübirlik tatilcilerin saldırgan bir bencillikle daha o saatte bile trafiği nasıl da içinden çıkılmaz hale getirdiklerine, denize, kuma, ağaca, gölgeye vb. yönelttikleri abartılı ilgilerine tanık olunca içime bir sıkıntı çöktü sanki. Karamsarlık değil benimkisi, sadece bir durum saptaması: Dünya siyasi, ahlaki, kültürel ve toplumsal olarak büyük bir gelecek faciasının arefesinde ve Türkiye de bunun önemli bir parçası...

İKİ KERE İKİ DÖRT

Günlük politik zigzaklar dışında Türkiye’nin en trajik zaaflarının başında -200 yıldan fazladır süren- dün ile yarın arasındaki bitmez tükenmez bir çatışmalar zinciri geliyor denilse yeridir.

Dün ile yarın, gelenek ile aydınlanmacı modern ya da çağdaş arasındaki doğal ardışık ilişki bağını -bir uyurgezer edasıyla- arayıp duran günümüz Türkiye’si, aradığını bulamıyor. Bulmuş olsa, siyasi partilerimiz öyle sağa sola savrulup dururlar mıydı? Çıkışı, çözümü artık yıkılışa geçmiş olan Atlantik Ötesi’nde ararlar mıydı?

Bakınız çökertilmiş Cumhuriyet’imize! Bakınız çürümüş insanlığımıza! Vatan Şaşmaz cinayetine bile çöreklenmiş ipten kopmuş densizliğe! Takım taklavatlı, kravatlı siyasi, ideolojik ikiyüzlülüğe. Gittikçe kabalaşan, bir zamanların birazcık iyileşmiş, incelmiş sandığımız yanlarımıza... Günlük yaşamın yanı sıra sosyal medya da bunun en vahşi arenası. Fakat onun bir de öteki yüzü var ki orada çağdaş bir Türkiye’nin geliyor olan yüzünü de görmek gerekiyor: Cumhuriyet ve aydınlanma bilinci giderek yükseliyor ve her yere yayılıyor. Akıl, yerine dönmeye yelteniyor! Cumhuriyet yeniden cumhuriyet olmaya doğru evriliyor.

İRONİ BAŞKA YERDE

Hürriyet gazetesinde 3 yazar: Ertuğrul Özkök, Fatih Çekirge ve Ahmet Hakan. Üçü de şaşırtıcı saptamalar yapıyorlar. Özkök, düne kadar önemli ölçüde destek verdiği Erdoğan’ın Ortadoğu politikalarının iflasıyla “Ümmet Kızılelması’ndan Millet Kızılelması’na...” yöneldiğini saptıyor. Fakat kendi “Kızılelma”sının ise “küreselleşme” olduğunun altını çiziyor.

Benzeri Çekirge ise Türkiye’nin “artık ‘kırmızı çizgi’ yok, ‘görünmez ve keskin bir çizgi’si var” diyerek “Fırat Kalkanı” duruşuna dikkat çekiyor: “Türkiye, güneyindeki her türlü ayak oyununa, istenmeyen duruma ve oldubittiye karşı hazır ve ne gerekiyorsa o yapılacak.”

Dikkat edin, Doğu Perinçek ve Vatan Partisi bu politikaları 15-20 yıldır savunuyor.

Ahmet Hakan ise köşesinden tam da o merkeze selam çakıyor: “Bin yıldır girdiği her seçimde aşağı yukarı 90 bin oy alan, ancak buna rağmen ısrarından milim ödün vermeyen Doğu Perinçek’in ve partisinin hastasıyım!”

Hakan, meşrebince ironi yapıyor, farkındayım ama keşke daha başından beri başımızda her şeye “rağmen milli çıkarlarının ve politikalarının özünden asla ödün vermeyen bir hükümetimiz olsaydı” kötü mü olurdu? Hakan’ın da buna itirazı olmayacaktır doğal olarak.

Türkiye artık Türkiye, yiğidin hakkı da artık yiğidin olsun!